Resulullah (s.a.v) sadece Rabbimizin değil, O’nun sevgisini kalblerimize yerleştiği biz aciz ümmetinin de sevgilisidir.
Allâh’ın O en güzel habibini sevmek bizim borcumuz, mecburiyetimizdir. Bizi buna kâinatın hâlikı mecbur ediyor ve O’nu sevdiğimiz ölçüde bize değer veriyor.
Sevgililerin sevgilisi Allah’tır (c.c) ve O’nu sevip, sev dediklerini sevmek te sevginin zirvesi olsa gerektir.
Resûl-i Kibriyâ bizden ne istedi? Kendisine tabi olup yolundan yürümeyi, dinimizi O’ndan öğrendiğimiz gibi yaşamayı ve yaşantımızı O’nun prensipleriyle bir “üslup” haline getirmemizi istedi. İşte bu nedenledir ki O’nun muhabbetini sinelerimizde hep canlı tutmak, O’nun rehberliği olmadan bir yere varılamayacağını anlamak gerekir.
Bundan yaklaşık binbeşyüz yıl evvel, insanlığın derin bir bunalım ve acılar içerisinde olduğu ve özünü kaybeden kalblerin kendisine yol gösteremez olduğu bir zamanda insanlığın imdadına yetişivermişti. İyi neydi, kötü neydi, doğru neydi, yanlış neydi? Zavallı insanlık sadece bunları değil, şefkati, merhameti, edebi, hayâyı ve hayırhahlığı da bilmemekteydi. Haliyle bir bataklığın, zulmün, şehvet ve sefahatin girdabında debelenip gidiyordu. Zulüm adaleti kovmuş, haram helali boğmuştu. Yanlış doğrunun koltuğuna oturmuştu. İnsanlar zevklerinden ve menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmez olmuşlardı.
Ahlaki değerler, fazilet hissi büsbütün unutulmuştu. Akif’imizin dediği gibi; “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır!” Olmayınca Allah korkusu, nasıl olsun ki insanda merhamet, adalet, hayâ ve irfan duygusu…
Allah (c.c) kullarının haline acıdı, belki onlar bir Peygamber sesine, şefkatine muhtaçtı. Öyle ki bir önceki Peygamberden bu yana beş yüz yıldan fazla zaman geçmişti. Allah (c.c) vahyini kullarına bir kez daha duyurmak, onları hakikatle uyarmak istedi. Göndereceği son ilahi fermanlar olacaktı ve bu son uyarı, yeryüzünde Allah’a ibadet için inşâ edilen ilk mâbed olan Kâbe’den yükselecekti. Çünkü bu mübarek beyt, bütün çağlar ve milletler için bir hidayet kaynağı olarak varlığını muhafaza ediyordu. Yeniden dirilişin merkezi burası olacaktı.
Yeryüzünde ilahi fermanı son kez duyuracak, insanlığa kitabı ve hikmeti öğretecek, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir elçi gelecekti. O, Cenab-ı Zülcelal’in en sevdiği örnek insan, “Habibullah” tı. İnsanlığın efendisi, Nebiler sultanıydı. Kıyamet gününde bütün peygamberler gibi ümmeti de O’nun Livâu’l Hamd Sancağı altında Rabb’in huzurunda toplanacaktı. Ve Allah (c.c.) O’nu üstleneceği çetin göreve çok farklı bir şekilde hazırladı. Gönlünü sevgiyle doldurdu. Zat-ı Zülcelal’inin vasfı olan şefkat ve merhametten O’na bol bol ihsanda bulundu. Kalbini bütün insanlığa karşı şefkat ve merhamet hisleriyle doldurdu. Öyle ki, ayaklarından süzülen kanlar içerisinde ümmetini düşünürken, gün gelecek; “Allah’ım! Ümmetimi bağışla, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyecekti.
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”(Tevbe/128) buyuran Rabbimiz O’nu böyle hazırlamıştı Nübüvvete. İnsanlar etrafından dağılıp gitmesinler diye kaba ve kırıcı değil, hoşgörülü, hata edenleri affeden, bağışlansınlar diye Allah’a dua eden, güzel huylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, son derece nazik ve şefkatli bir kul olarak yarattı O’nu ve O’nun “Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere, Allah’ı çokça zikredenlere örnek olmasını”(Ahzâb/21) istedi Rabbimiz.
Adamın başına devlet kuşu konmuş ta ‘üstüm kirlendi’ diye dövünmüş. O devrin zavallı insanları da başlarına konan ‘devlet kuşu’ nu fark edemeyince Rabbimiz onlara Resul’ünü tanıttı: O’nu sadece Mekke’liler’e değil de “âlemlere rahmet olarak”(Enbiyâ/107)gönderdiğini beyân etti.
Evet, O (s.a.v) yaşadığı sürece rahmetti, vefatından sonra da rahmet olmaya devam edecekti ve ediyor. Getirdiği son dini seçenler, O’nun yaşama biçimini kendilerine ölçü olarak benimseyenler, kıyamete kadar ardından yürüyecekler. “Kâfirler istemese de Allah nurunu elbette tamamlayacaktır.” (Saff S./8) Böyle bir Peygamber sevilmez mi? Böyle bir canan için insan yardan da serden de, candan da dünyalardan da vaz geçmez mi? Elbette sevecek, sevgimizi sonsuza dek haykıracak, izinde yürümeye gayret göstereceğiz. Ve O’nun rahmet oluşu mahşere kadar sürüp gidecek.
O Resûl-i Kibriyâ; Allah’a çağıran bir davetçi,
Cennet’e davet eden bir müjdeci,
Cehennem’ den sakındıran bir uyarıcı,
Allah’a giden yolu pırıl pırıl aydınlatan bir kandil olarak hep önümüzde ve hep gönlümüzde olacak!
Bütün salât ve selâm, her türlü tahiyyât-ı ikrâm O’na, ehl-i beyt’ ine, ashâbına ve yolunda yürüyen salih kullara olsun…
Allâh’ın O en güzel habibini sevmek bizim borcumuz, mecburiyetimizdir. Bizi buna kâinatın hâlikı mecbur ediyor ve O’nu sevdiğimiz ölçüde bize değer veriyor.
Sevgililerin sevgilisi Allah’tır (c.c) ve O’nu sevip, sev dediklerini sevmek te sevginin zirvesi olsa gerektir.
Resûl-i Kibriyâ bizden ne istedi? Kendisine tabi olup yolundan yürümeyi, dinimizi O’ndan öğrendiğimiz gibi yaşamayı ve yaşantımızı O’nun prensipleriyle bir “üslup” haline getirmemizi istedi. İşte bu nedenledir ki O’nun muhabbetini sinelerimizde hep canlı tutmak, O’nun rehberliği olmadan bir yere varılamayacağını anlamak gerekir.
Bundan yaklaşık binbeşyüz yıl evvel, insanlığın derin bir bunalım ve acılar içerisinde olduğu ve özünü kaybeden kalblerin kendisine yol gösteremez olduğu bir zamanda insanlığın imdadına yetişivermişti. İyi neydi, kötü neydi, doğru neydi, yanlış neydi? Zavallı insanlık sadece bunları değil, şefkati, merhameti, edebi, hayâyı ve hayırhahlığı da bilmemekteydi. Haliyle bir bataklığın, zulmün, şehvet ve sefahatin girdabında debelenip gidiyordu. Zulüm adaleti kovmuş, haram helali boğmuştu. Yanlış doğrunun koltuğuna oturmuştu. İnsanlar zevklerinden ve menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmez olmuşlardı.
Ahlaki değerler, fazilet hissi büsbütün unutulmuştu. Akif’imizin dediği gibi; “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır!” Olmayınca Allah korkusu, nasıl olsun ki insanda merhamet, adalet, hayâ ve irfan duygusu…
Allah (c.c) kullarının haline acıdı, belki onlar bir Peygamber sesine, şefkatine muhtaçtı. Öyle ki bir önceki Peygamberden bu yana beş yüz yıldan fazla zaman geçmişti. Allah (c.c) vahyini kullarına bir kez daha duyurmak, onları hakikatle uyarmak istedi. Göndereceği son ilahi fermanlar olacaktı ve bu son uyarı, yeryüzünde Allah’a ibadet için inşâ edilen ilk mâbed olan Kâbe’den yükselecekti. Çünkü bu mübarek beyt, bütün çağlar ve milletler için bir hidayet kaynağı olarak varlığını muhafaza ediyordu. Yeniden dirilişin merkezi burası olacaktı.
Yeryüzünde ilahi fermanı son kez duyuracak, insanlığa kitabı ve hikmeti öğretecek, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir elçi gelecekti. O, Cenab-ı Zülcelal’in en sevdiği örnek insan, “Habibullah” tı. İnsanlığın efendisi, Nebiler sultanıydı. Kıyamet gününde bütün peygamberler gibi ümmeti de O’nun Livâu’l Hamd Sancağı altında Rabb’in huzurunda toplanacaktı. Ve Allah (c.c.) O’nu üstleneceği çetin göreve çok farklı bir şekilde hazırladı. Gönlünü sevgiyle doldurdu. Zat-ı Zülcelal’inin vasfı olan şefkat ve merhametten O’na bol bol ihsanda bulundu. Kalbini bütün insanlığa karşı şefkat ve merhamet hisleriyle doldurdu. Öyle ki, ayaklarından süzülen kanlar içerisinde ümmetini düşünürken, gün gelecek; “Allah’ım! Ümmetimi bağışla, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyecekti.
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”(Tevbe/128) buyuran Rabbimiz O’nu böyle hazırlamıştı Nübüvvete. İnsanlar etrafından dağılıp gitmesinler diye kaba ve kırıcı değil, hoşgörülü, hata edenleri affeden, bağışlansınlar diye Allah’a dua eden, güzel huylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, son derece nazik ve şefkatli bir kul olarak yarattı O’nu ve O’nun “Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere, Allah’ı çokça zikredenlere örnek olmasını”(Ahzâb/21) istedi Rabbimiz.
Adamın başına devlet kuşu konmuş ta ‘üstüm kirlendi’ diye dövünmüş. O devrin zavallı insanları da başlarına konan ‘devlet kuşu’ nu fark edemeyince Rabbimiz onlara Resul’ünü tanıttı: O’nu sadece Mekke’liler’e değil de “âlemlere rahmet olarak”(Enbiyâ/107)gönderdiğini beyân etti.
Evet, O (s.a.v) yaşadığı sürece rahmetti, vefatından sonra da rahmet olmaya devam edecekti ve ediyor. Getirdiği son dini seçenler, O’nun yaşama biçimini kendilerine ölçü olarak benimseyenler, kıyamete kadar ardından yürüyecekler. “Kâfirler istemese de Allah nurunu elbette tamamlayacaktır.” (Saff S./8) Böyle bir Peygamber sevilmez mi? Böyle bir canan için insan yardan da serden de, candan da dünyalardan da vaz geçmez mi? Elbette sevecek, sevgimizi sonsuza dek haykıracak, izinde yürümeye gayret göstereceğiz. Ve O’nun rahmet oluşu mahşere kadar sürüp gidecek.
O Resûl-i Kibriyâ; Allah’a çağıran bir davetçi,
Cennet’e davet eden bir müjdeci,
Cehennem’ den sakındıran bir uyarıcı,
Allah’a giden yolu pırıl pırıl aydınlatan bir kandil olarak hep önümüzde ve hep gönlümüzde olacak!
Bütün salât ve selâm, her türlü tahiyyât-ı ikrâm O’na, ehl-i beyt’ ine, ashâbına ve yolunda yürüyen salih kullara olsun…