Af; affedilmesi mümkün olan kusurlara karşı yapılması gereken ve Rabbimizin kullarından beklediği bir azimettir, ihsândır. Yoksa zâlimler, hâinler, Hakk’a bile bile başkaldıranlar, Allâh’a karşı harp ilan edenler, şirk koşanlar, kul hakkını gasp edenler, vatan ve millet düşmanları, büyük büyük günahları işleyenler… Hiçbir kulun böyle günahları affetme, bağışlama ya da muâhaze etme hak ve selâhiyetleri yoktur. Af, suçu kabullenenler içindir, suçları tarz ve meslek haline getirip onu işlemede direnen ve devam edenler için değil… Zâlimi affetmek, mazlûma zulümdür. Hâini affetmek, mâsumdan intikam almaktır.
“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40) Evet, bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Bunu temin etmek te, Müslümanların meşvereti ve mahkemesiyle olur. Her bir kötülük gören, bunun intikamını kendi eliyle almaya kalkışırsa, kargaşa çıkar. Kim de bağışlar ve barıştan yana tavır koyarsa, onun ecrini de Allâh (c.c.) bizzat kendi üzerine almıştır.
Dünya hayatımızın zor hallerindendir, sır saklamak, suç bağışlamak ve boş vakitlerimizi lâyık-ı veçhile değerlendirmek… Milletler arasında belki de, boş vakitlerini hebâ eden en acımasız millet, bizim ülkemizin insanıdır. Her mücrimi, her kusurluyu, her hata işleyeni bizi ilgilendiren boyutuyla belki affedebiliriz, affetmeliyiz ama nefislerimizin bize dikte ettiği başıboşluk, boşa vakit geçirme, lüzumsuz konuşmalar, gıybet ve mâlâyâni hallerimiz, Rabbimizin rızâsından uzak işlerimiz… Gibi hususlarda kendimizi aslâ affetmemeliyiz. Belki bir muhâsebe vesilesi olur da, üzerimize çöken tembellik ve atâletten, isteksizlik ve ümitsizlikten, gayretsizlik ve heyecansızlıktan bir nebze kurtulmuş oluruz.
Af, toplumsal (ictimâi) olan boyutuyla değil, şahsî olan boyutuyla ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Fert planında kimse, toplumsal bir suçu bağışlayamaz. Din adına işlenmiş bir cinâyeti, hakâreti, ihâneti affedemez. Af yolunu tutmak, kulların şahsiyetleriyle alakalı bir durumdur ve Rabbimizin affetme tavsiyesi onun azimetiyle alâkalıdır. Şâir Arif Nihat Asya, bir beytinde bu durumu şöyle ifâde eder:
Zâlim demedim kimseye, hâin demedim,
Vurdun bana ey el, “ne bu hâlin?” demedim,
İnsanlık için duâ duâ yalvardım,
Tel’îne ve bedduaya âmin demedim.
Netîce itibariyle, “Affeden kulun affı sebebiyle, Allâh onun ancak değerini artırır. Allâh için tevâzu gösteren kimseyi de Allâh yüceltir.” (Müslim-Tirmîzî) buyurmuştur Hz. Peygamber (s.a.v.)… Bizler de, Rabbimizin af ve mağfiretine nâil olabilmek için af yolunu seçip, iyi olan şeyleri dâimâ, bıkıp-usanmadan tavsiye edecek ve cehâletiyle ayaklarımıza çelme takmak isteyenlere “selâm size” deyip geçecek, kötülüklerine yüz çevireceğiz. Allâh (c.c.) hâllerimizi hayra çevirsin. (Âmin.)
“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40) Evet, bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Bunu temin etmek te, Müslümanların meşvereti ve mahkemesiyle olur. Her bir kötülük gören, bunun intikamını kendi eliyle almaya kalkışırsa, kargaşa çıkar. Kim de bağışlar ve barıştan yana tavır koyarsa, onun ecrini de Allâh (c.c.) bizzat kendi üzerine almıştır.
Dünya hayatımızın zor hallerindendir, sır saklamak, suç bağışlamak ve boş vakitlerimizi lâyık-ı veçhile değerlendirmek… Milletler arasında belki de, boş vakitlerini hebâ eden en acımasız millet, bizim ülkemizin insanıdır. Her mücrimi, her kusurluyu, her hata işleyeni bizi ilgilendiren boyutuyla belki affedebiliriz, affetmeliyiz ama nefislerimizin bize dikte ettiği başıboşluk, boşa vakit geçirme, lüzumsuz konuşmalar, gıybet ve mâlâyâni hallerimiz, Rabbimizin rızâsından uzak işlerimiz… Gibi hususlarda kendimizi aslâ affetmemeliyiz. Belki bir muhâsebe vesilesi olur da, üzerimize çöken tembellik ve atâletten, isteksizlik ve ümitsizlikten, gayretsizlik ve heyecansızlıktan bir nebze kurtulmuş oluruz.
Af, toplumsal (ictimâi) olan boyutuyla değil, şahsî olan boyutuyla ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Fert planında kimse, toplumsal bir suçu bağışlayamaz. Din adına işlenmiş bir cinâyeti, hakâreti, ihâneti affedemez. Af yolunu tutmak, kulların şahsiyetleriyle alakalı bir durumdur ve Rabbimizin affetme tavsiyesi onun azimetiyle alâkalıdır. Şâir Arif Nihat Asya, bir beytinde bu durumu şöyle ifâde eder:
Zâlim demedim kimseye, hâin demedim,
Vurdun bana ey el, “ne bu hâlin?” demedim,
İnsanlık için duâ duâ yalvardım,
Tel’îne ve bedduaya âmin demedim.
Netîce itibariyle, “Affeden kulun affı sebebiyle, Allâh onun ancak değerini artırır. Allâh için tevâzu gösteren kimseyi de Allâh yüceltir.” (Müslim-Tirmîzî) buyurmuştur Hz. Peygamber (s.a.v.)… Bizler de, Rabbimizin af ve mağfiretine nâil olabilmek için af yolunu seçip, iyi olan şeyleri dâimâ, bıkıp-usanmadan tavsiye edecek ve cehâletiyle ayaklarımıza çelme takmak isteyenlere “selâm size” deyip geçecek, kötülüklerine yüz çevireceğiz. Allâh (c.c.) hâllerimizi hayra çevirsin. (Âmin.)