Affetmek; eksiklik ve kusurlu davranışlar sebebiyle meydana gelen hataları, merhametle, “belki düzelir, değişir” ümidiyle hoşgörü ile karşılamaktır.
İnsanların, birbirlerini bağışlayabilmekten önce birbirlerini tanımaya ve anlamaya ihtiyaçları vardır. Ne kadar birbirimizi anlarsak; birbirimize tahammül göstermeye, birbirimizin eksik-gediklerini kapatmaya ve birlikte yaşama ahlâkının gereği sebebiyle, birbirimize tahammül göstermeye o kadar sinelerimiz açık olur.
Rabbimizin; “Sen, af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir!” (A’raf, 7/199) hükm-ü ilâhîsindeki sırrı, sebep ve hikmetleri anlamak istersek eğer, ilâhî çağrıya kulak vermemiz gerekiyor. Affetmenin ne olduğunu, ancak cesur olan insanlar bilir. Yüreği yetmeyen, tahammül sınırları dolmuş taşmış, büyük işleri başarmaya gücü yetmeyen, gözü kesmeyen, acılar ve ıstıraplar karşısında sabırlı bir duruş sergileyemeyen insanlardan af beklemek beyhûde olur.
Yanılmak insânî bir durum, bağışlamak ise ilâhî bir tutumdur. Ama kendini Rabbinin Kur’an’daki ahlâkıyla mümeyyiz kılma yolunu seçen kerem sahibi insanlar, Rablerinden aldıkları ilâhi lütuflar sayesinde yine insanların yapıp-ettikleri karşısında belli ölçüler muvâcehesinde affedici olma vasfını hâiz olabilirler.
Af, insanlık dilinin en tatlı kelimesi, husûmetin ise en keskin kılıcıdır. İnsan severse, affedebilir. Seveni sevmek kolaydır da, döveni dövmekten vazgeçmek zordur. Ama mahâret, insana taşla dokunana aşla, ekmekle dokunmak şecaatine sahip olabilmekte, ilâhî aşktan kaynaklanan bir sevgi ile af yolunu tutabilmekte…
Hz. Ali (r.a.), amellerin en güç olanının dört haslet olduğunu söyler: Öfkeli anda affetmek, sıkıntılı anlarda cömertlik, kapalı ve tenhâ mekânlarda nefsi kötülüklerden korumak, korktuğu ve menfaat umduğu bir kimse olsa bile kusurlu kimse için doğru şehâdette bulunmak…
Bunun en bâriz örneğini Hz. Rasûl (s.a.v.)’in Tâif’teki taşlanma hâdisesinde görmek mümkündür: Tâif’liler, Resûlullâh (s.a.v.)’i ağır hakâretlerle şehirden çıkarıp taşa tutmuş ve mübârek ayaklarını kanlar içerisinde bırakmışlarken o rahmet peygamberi (s.a.v.); “Yâ Rabbi! Kavmime hidâyet ver, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye duâda bulunmuşlardır. O duânın bereketiyle olmalı ki bir zaman sonra Tâif ahâlisi, bizzat Resûlullâh’a gelerek müslüman olduklarını beyan etmişlerdir.
Affedici olmayıp ta kötülüğe kötülükle karşılık vermek, bizi düşmanlarımızdan daha aşağı bir dereceye düşürür. İntikam almak bizi muhatabımızla aynı derecede bırakır ama af yolunu tutmak bizi ondan çok yüksek derecelere sevkeder. Bu da Rabbimizin mü’min kulları için murâd ettiği bir haldir ki, bu sâyede kulunu ebedî cennetlerinde yaşatsın.
İnsan yetiştirme sorumluluğunu üstlenmiş mükellefler olarak, büyüklerin affetmeyi bilmeleri ve affedici olmaları lazımdır ki, küçükler de affetmeyi öğrensinler. Affetmesini bilmeyen kimseler, aynı zamanda kendilerinin de üzerinden geçmek zorunda oldukları köprüyü yıkmış olurlar.
İnsanların, birbirlerini bağışlayabilmekten önce birbirlerini tanımaya ve anlamaya ihtiyaçları vardır. Ne kadar birbirimizi anlarsak; birbirimize tahammül göstermeye, birbirimizin eksik-gediklerini kapatmaya ve birlikte yaşama ahlâkının gereği sebebiyle, birbirimize tahammül göstermeye o kadar sinelerimiz açık olur.
Rabbimizin; “Sen, af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir!” (A’raf, 7/199) hükm-ü ilâhîsindeki sırrı, sebep ve hikmetleri anlamak istersek eğer, ilâhî çağrıya kulak vermemiz gerekiyor. Affetmenin ne olduğunu, ancak cesur olan insanlar bilir. Yüreği yetmeyen, tahammül sınırları dolmuş taşmış, büyük işleri başarmaya gücü yetmeyen, gözü kesmeyen, acılar ve ıstıraplar karşısında sabırlı bir duruş sergileyemeyen insanlardan af beklemek beyhûde olur.
Yanılmak insânî bir durum, bağışlamak ise ilâhî bir tutumdur. Ama kendini Rabbinin Kur’an’daki ahlâkıyla mümeyyiz kılma yolunu seçen kerem sahibi insanlar, Rablerinden aldıkları ilâhi lütuflar sayesinde yine insanların yapıp-ettikleri karşısında belli ölçüler muvâcehesinde affedici olma vasfını hâiz olabilirler.
Af, insanlık dilinin en tatlı kelimesi, husûmetin ise en keskin kılıcıdır. İnsan severse, affedebilir. Seveni sevmek kolaydır da, döveni dövmekten vazgeçmek zordur. Ama mahâret, insana taşla dokunana aşla, ekmekle dokunmak şecaatine sahip olabilmekte, ilâhî aşktan kaynaklanan bir sevgi ile af yolunu tutabilmekte…
Hz. Ali (r.a.), amellerin en güç olanının dört haslet olduğunu söyler: Öfkeli anda affetmek, sıkıntılı anlarda cömertlik, kapalı ve tenhâ mekânlarda nefsi kötülüklerden korumak, korktuğu ve menfaat umduğu bir kimse olsa bile kusurlu kimse için doğru şehâdette bulunmak…
Bunun en bâriz örneğini Hz. Rasûl (s.a.v.)’in Tâif’teki taşlanma hâdisesinde görmek mümkündür: Tâif’liler, Resûlullâh (s.a.v.)’i ağır hakâretlerle şehirden çıkarıp taşa tutmuş ve mübârek ayaklarını kanlar içerisinde bırakmışlarken o rahmet peygamberi (s.a.v.); “Yâ Rabbi! Kavmime hidâyet ver, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye duâda bulunmuşlardır. O duânın bereketiyle olmalı ki bir zaman sonra Tâif ahâlisi, bizzat Resûlullâh’a gelerek müslüman olduklarını beyan etmişlerdir.
Affedici olmayıp ta kötülüğe kötülükle karşılık vermek, bizi düşmanlarımızdan daha aşağı bir dereceye düşürür. İntikam almak bizi muhatabımızla aynı derecede bırakır ama af yolunu tutmak bizi ondan çok yüksek derecelere sevkeder. Bu da Rabbimizin mü’min kulları için murâd ettiği bir haldir ki, bu sâyede kulunu ebedî cennetlerinde yaşatsın.
İnsan yetiştirme sorumluluğunu üstlenmiş mükellefler olarak, büyüklerin affetmeyi bilmeleri ve affedici olmaları lazımdır ki, küçükler de affetmeyi öğrensinler. Affetmesini bilmeyen kimseler, aynı zamanda kendilerinin de üzerinden geçmek zorunda oldukları köprüyü yıkmış olurlar.