Hiç ölmeyecekmiş gibi sımsıkı sarıldığımız, sımsıkı sarılma mesajını yanlış anladığımız, evlerimiz, işyerlerimiz, çok kıymetli eşyalarımız, kabrin kapısında bırakıp gideceğimiz mallarımız…
Saçlarımızın ağarıp yaşlanmasından, dişlerimizin çürüyüp dökülmesinden ders almayışımız…
Yükselen tansiyonumuz, sıkışan kalbimiz, vuruşları tekleyen nabzımız…
Hastane kapılarında tuttuğumuz sağlık nöbetlerimiz…
Asıl yurdumuza doğru gidiyoruz.
Gidilen yurdun esenlik yurdu olabilmesi için çalışıyor muyuz?
Kimse ayranım ekşi demiyor, herkes sütten çıkmış ak kaşık, âleme veryansın ediyor.
Sanırsınız cennetten görevli gelmiş, kimseyi beğenmiyor.
Yazıyor, çiziyor, konuşuyor, asıyor, kesiyor…
Sokaklar fuhşiyâttan ve sorumsuzluktan sel olmuş akıyor, hakka-hukûka tecavüzden geçilmiyor.
İnsanlık gemisi batıyor canlar!
Ölümüzün de, dirimizin de sığdığı dünyayı, yüce dağlarından ve yeraltı kaynaklarından fışkıran sularla kullarını nimetlendiren Rabbimiz Kitâb-ı Kerîm’inde; “Yıldızlar söndürülüp gökyüzünün yarıldığı, yeryüzünün şiddetle sarsıldığı, dağların savrulduğu gün”diyor, “her nefis keffâretini öder” buyuruyor, ardından; “yalanlayanların o gün vay haline!” diye uyarıyor.
İnsan, yaşlandıkça hırslanıyor…
Dünyaya bağlılığı artıyor, dünya kendisi bırakmadan, dünyayı bırakacağa benzemiyor…
Gel gör ki, bu dünyadan kefensiz gidenler de var.
Kalplerdeki putları kırmak, atmak gerekiyor.
Şirkten, şehvetten, şâkilikten, şaklabanlıktan arınmak gerekiyor.
Doğumdan ölüme şu dünyada yüzen vücut/ten gemimiz batmaya doğru hızla yol alıyor.
Yaratıcımıza doğru hızla gidiyoruz, gayretimiz yaratıldığımız gibi tertemiz olmak, temiz kalmak olmalı değil mi?
Kalbte Allah’tan gayrı ilâh taşımamalı…
“Biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvim üzere) yarattık.” (Tîn, 95/4)
Esfel-i Sâfilîn’e olan yolculuğumuzu sonlandırmalıyız, nasûh tevbe ile…
Gönlümüzde Rabbimizin sevgisine engel olacak ne varsa silip atmalıyız.
Nefs/şeytân/hubbu’d-dünyâ putlarından arınmalıyız.
Cennete geçiş yolunda izzet lâzım, azîmet lâzım, şehâdet lâzım…
Diplomalar, rütbeler, makamlar, çeşit-çeşit imkânlar, gönlümüzün ortasında taht kuran dünyalık sevdâlar bu dünya gardırobunda kalacak…
Kıyâmet saati geldiğinde, dağlar savrulmuş yün gibi atılır.
İnsanlar kelebekler misâli etrafa dağılır.
Daha kıyamet günü gelmeden, kıyamet kopmadan darmadağın olmuş, sağa-sola savrulmuş yığınlar ki…
İnançlarının kendisine sunduğu hakikatler umurunda değil…
Gayr-ı islâmi yaşayıp ta “ben de Müslümanım” diyenlerin şuursuzca ve sorumsuzca tükenişleri…
Dünyanın zirvesini tutmuş koca koca insanlar, zırva zorba işler yapıyorlar.
“Dünyalar benim olsun” diyen kocaman devletler, oluk-oluk kan akıtıyor, kan gölü üzerinde taht kurup yaşamak için savaşıyorlar.
Her şey bir tarafa, ne yapıp edip, hayatı sağlam imân ve sâlih amellerle süslemek gerekiyor.
Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatında, artık sadece film çevirmeyi, hayatı film gibi anlamayı ve yaşamayı bırakıp, belki yarın, belki yarından da yakın bir zamanda bizi kuşatacak olan “büyük hakikat”e hazırlanmak gerekiyor.
“İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14)
Saçlarımızın ağarıp yaşlanmasından, dişlerimizin çürüyüp dökülmesinden ders almayışımız…
Yükselen tansiyonumuz, sıkışan kalbimiz, vuruşları tekleyen nabzımız…
Hastane kapılarında tuttuğumuz sağlık nöbetlerimiz…
Asıl yurdumuza doğru gidiyoruz.
Gidilen yurdun esenlik yurdu olabilmesi için çalışıyor muyuz?
Kimse ayranım ekşi demiyor, herkes sütten çıkmış ak kaşık, âleme veryansın ediyor.
Sanırsınız cennetten görevli gelmiş, kimseyi beğenmiyor.
Yazıyor, çiziyor, konuşuyor, asıyor, kesiyor…
Sokaklar fuhşiyâttan ve sorumsuzluktan sel olmuş akıyor, hakka-hukûka tecavüzden geçilmiyor.
İnsanlık gemisi batıyor canlar!
Ölümüzün de, dirimizin de sığdığı dünyayı, yüce dağlarından ve yeraltı kaynaklarından fışkıran sularla kullarını nimetlendiren Rabbimiz Kitâb-ı Kerîm’inde; “Yıldızlar söndürülüp gökyüzünün yarıldığı, yeryüzünün şiddetle sarsıldığı, dağların savrulduğu gün”diyor, “her nefis keffâretini öder” buyuruyor, ardından; “yalanlayanların o gün vay haline!” diye uyarıyor.
İnsan, yaşlandıkça hırslanıyor…
Dünyaya bağlılığı artıyor, dünya kendisi bırakmadan, dünyayı bırakacağa benzemiyor…
Gel gör ki, bu dünyadan kefensiz gidenler de var.
Kalplerdeki putları kırmak, atmak gerekiyor.
Şirkten, şehvetten, şâkilikten, şaklabanlıktan arınmak gerekiyor.
Doğumdan ölüme şu dünyada yüzen vücut/ten gemimiz batmaya doğru hızla yol alıyor.
Yaratıcımıza doğru hızla gidiyoruz, gayretimiz yaratıldığımız gibi tertemiz olmak, temiz kalmak olmalı değil mi?
Kalbte Allah’tan gayrı ilâh taşımamalı…
“Biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvim üzere) yarattık.” (Tîn, 95/4)
Esfel-i Sâfilîn’e olan yolculuğumuzu sonlandırmalıyız, nasûh tevbe ile…
Gönlümüzde Rabbimizin sevgisine engel olacak ne varsa silip atmalıyız.
Nefs/şeytân/hubbu’d-dünyâ putlarından arınmalıyız.
Cennete geçiş yolunda izzet lâzım, azîmet lâzım, şehâdet lâzım…
Diplomalar, rütbeler, makamlar, çeşit-çeşit imkânlar, gönlümüzün ortasında taht kuran dünyalık sevdâlar bu dünya gardırobunda kalacak…
Kıyâmet saati geldiğinde, dağlar savrulmuş yün gibi atılır.
İnsanlar kelebekler misâli etrafa dağılır.
Daha kıyamet günü gelmeden, kıyamet kopmadan darmadağın olmuş, sağa-sola savrulmuş yığınlar ki…
İnançlarının kendisine sunduğu hakikatler umurunda değil…
Gayr-ı islâmi yaşayıp ta “ben de Müslümanım” diyenlerin şuursuzca ve sorumsuzca tükenişleri…
Dünyanın zirvesini tutmuş koca koca insanlar, zırva zorba işler yapıyorlar.
“Dünyalar benim olsun” diyen kocaman devletler, oluk-oluk kan akıtıyor, kan gölü üzerinde taht kurup yaşamak için savaşıyorlar.
Her şey bir tarafa, ne yapıp edip, hayatı sağlam imân ve sâlih amellerle süslemek gerekiyor.
Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatında, artık sadece film çevirmeyi, hayatı film gibi anlamayı ve yaşamayı bırakıp, belki yarın, belki yarından da yakın bir zamanda bizi kuşatacak olan “büyük hakikat”e hazırlanmak gerekiyor.
“İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14)