Yaşadığımız hayat hep sınırlar çizer önümüze. Ve benliğimiz, en’aniyetimiz hep o sınırları geçmek ister. Hayatın dünyamıza dönük olan yolculuğu, doğumla başlar ölümle fenâ bulur. İkisi arasında kazandıklarımız da kaybettiklerimiz de bize hep haddimizi ve sınırlarımızı hatırlatır. Başkasına duyduğumuz merhametin içimizdeki sükûtu ve gözyaşlarına dönüşümü dahi sınırlarımızı öğretir bize… Kim daha merhametli? Biz miyiz merhametli olan, yoksa merhameti de yaratan “Merhametlilerin en Merhametlisi” midir rahmet, merhamet ve şefkatin kaynağı…
Ölüm, sınırları hatırlamanın kaçınılmaz neticesidir. Kimse o çizgiyi aşamaz. Her fâni o hakikat karşısında acizliğini itiraf eder, eli kolu bağlı kalır, acizliğini itiraf eder. Nefsin firavunluğu yer ile yeksân olur ya son pişmanlık ta artık fayda vermez. O nedenle bu dünyada “keyfe mâ yeşâ” yaşayanların, ölüm karşısında işleri zordur. Kerîm kitabında yüce Allâh’ımızın; “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et!” (Hicr: 99) buyruğuna kulaklarımız tıkalı yaşayamayız.
Başkalarının sınırlarını hep ihlal eden ve kendi sınırlarının da ihlal edilmesine hiç ses çıkarmayan, hayatı boyunca “etliye-sütlüye karışmayan” türden bir hayatı sürdürenler, ölümün ağır ve soğuk veçhesi karşısında sarsılırlar. Tam aksine İlahi kudretin koyduğu sınırlara gücü nispetinde bir teslimiyetle hayatını idame ettirenleri ise ölümün şefkatli ve merhametli yüzü karşılar, mevtanın ruhunu cennet bahçelerinden bir bahçeye alır götürür.
Rabbimiz buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa O’na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Hülasa; hayat hep bir sınır çizer önümüze ve benliğimiz hep o sınırı delmek ister, geçmek ister. Varoluşumuz, o sınırın dikenli tellerine takılır. Nefs, kendini hür, özgür ve alabildiğine sorumsuz bilmek ister. Varoluşumuzun etrafına çizilen çizgiler, dikilen engeller ise, nefsimizin başıboş olmadığını en acı bir şekilde öğretir bize…
Sözümüzü Rabbimizin ve Resûlü’nün bizlere ihtarı olan mübarek bir ayet-i celîle ve hadis-i şerif’in hatırlatmasıyla tamamlayalım:
Allah (c.c.) buyurur: “Bunlar, Allah’ın sınırları / yasalarıdır. Allah’a ve Peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine başkaldırır ve sınırlarını / yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır.” (Nisa, 4/13-14)
Allâh’ın Nebîsi (s.a.v.)’de şöyle uyarır: “Helal apaçık bellidir. Haram da, apaçık bellidir. Bu ikisi arasında, halktan birçoğunun, helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için, bunları yapmayan esenliktedir. Bunlardan bazısını yapan ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Allah’ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir.”
(Buhârî, iman, 39)
Ölüm, sınırları hatırlamanın kaçınılmaz neticesidir. Kimse o çizgiyi aşamaz. Her fâni o hakikat karşısında acizliğini itiraf eder, eli kolu bağlı kalır, acizliğini itiraf eder. Nefsin firavunluğu yer ile yeksân olur ya son pişmanlık ta artık fayda vermez. O nedenle bu dünyada “keyfe mâ yeşâ” yaşayanların, ölüm karşısında işleri zordur. Kerîm kitabında yüce Allâh’ımızın; “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine kulluk et!” (Hicr: 99) buyruğuna kulaklarımız tıkalı yaşayamayız.
Başkalarının sınırlarını hep ihlal eden ve kendi sınırlarının da ihlal edilmesine hiç ses çıkarmayan, hayatı boyunca “etliye-sütlüye karışmayan” türden bir hayatı sürdürenler, ölümün ağır ve soğuk veçhesi karşısında sarsılırlar. Tam aksine İlahi kudretin koyduğu sınırlara gücü nispetinde bir teslimiyetle hayatını idame ettirenleri ise ölümün şefkatli ve merhametli yüzü karşılar, mevtanın ruhunu cennet bahçelerinden bir bahçeye alır götürür.
Rabbimiz buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa O’na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Hülasa; hayat hep bir sınır çizer önümüze ve benliğimiz hep o sınırı delmek ister, geçmek ister. Varoluşumuz, o sınırın dikenli tellerine takılır. Nefs, kendini hür, özgür ve alabildiğine sorumsuz bilmek ister. Varoluşumuzun etrafına çizilen çizgiler, dikilen engeller ise, nefsimizin başıboş olmadığını en acı bir şekilde öğretir bize…
Sözümüzü Rabbimizin ve Resûlü’nün bizlere ihtarı olan mübarek bir ayet-i celîle ve hadis-i şerif’in hatırlatmasıyla tamamlayalım:
Allah (c.c.) buyurur: “Bunlar, Allah’ın sınırları / yasalarıdır. Allah’a ve Peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine başkaldırır ve sınırlarını / yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır.” (Nisa, 4/13-14)
Allâh’ın Nebîsi (s.a.v.)’de şöyle uyarır: “Helal apaçık bellidir. Haram da, apaçık bellidir. Bu ikisi arasında, halktan birçoğunun, helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için, bunları yapmayan esenliktedir. Bunlardan bazısını yapan ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Allah’ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir.”
(Buhârî, iman, 39)