Ömür, doğum ile ölüm arasında geçen bir zaman dilimi olup, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna bahşettiği en büyük bir nîmet ve paha biçilmez bir sermayedir. Bu ilâhî sermayeyi, bir saniyesini bile boşa geçirmeden rızây-ı bârîye uygun olarak değerlendirmeye çalışmak lazımdır. Zîra insan, dünyasını da, âhiretini de bu zaman zarfında kazanmaktadır.
Dinimizde zamanın, vaktin kıymeti büyüktür. Her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta vakit, ibadetin şartıdır. Müslüman, içinde bulunduğu zamanı en uyanık bir şekilde, ibâdet ve taatle değerlendirmeli ve Allah’ dan gâfil olarak bir tek nefes dahi almamaya dikkat etmelidir.
Rabbimiz: “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çatınca, ‘Rabbim! Beni geri gönder de, geride bıraktığım dünyada iyi işler yapayım’ der. Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” Buyurur.(Mü’minûn/99-100)
Hz. Peygamber (s.a.s): “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhâri: Rikâk-1) diye mü’minleri uyarmış, iki büyük hakikate dikkatlerimizi çekmiştir.
Ömür sermayemizi takvimlerimizden her gün bir sahife yırtarak geride bırakıyoruz. Ama ne hikmettir ki geride bıraktığımız günlerin, ciddi manada oturup şöyle bir muhasebesini yapmak ve ne kazanıp neler kaybettik sorgusunu kendi iç dünyamızda yapmak aklımıza gelmiyor.
İnsan zaman zaman kendine sormalı değil mi: Ömrümüzün geçen günlerinin hesabını yaparken, acaba kaç gün “bu gün Allah için ne yaptım?” sualine cevap aradı, kaç sabah secdelerle gününe bereketler kattı, caddelerde yığınla bir o yana bir bu yana koşuştururken çoğu zaman neyin peşinde koşturduğunun bilincinde ve şuurunda olmayan insanlar arasında yönünü kaybetmeden, vakarla Rabbine çevirebildi yüzünü? Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıklar O’nu tesbih ederken kulluğun en ağır sorumluluğu omuzlarına yüklenen insan olarak sorumluluğunun farkında olabildi mi, Rabbine layık-ı veçhile itaat edebildi mi? O’nun emirlerini tutabildi mi? Yasaklarından korunabildi mi? Kazancını haramlara bulaşmadan helal yollardan sağlayabildi mi? Elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, zihnini, haramlardan ve hayâsızlıklardan koruyabildi mi?
Rabbimiz, “Var mı dua eden, duasını kabul edeyim?” “Var mı tevbe eden, tevbesini kabul edeyim?” buyurduğu halde, O’na el açıp dua edebildi mi? O’ndan af isteyip günahları için tevbe edebildi mi? “Bir insana yakışan, zamanın şerefini, vaktin kıymetini bilmek, bir anını bile zâyî etmemektir.” der İbn’ül Cevzî…
Dinimizde zamanın, vaktin kıymeti büyüktür. Her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta vakit, ibadetin şartıdır. Müslüman, içinde bulunduğu zamanı en uyanık bir şekilde, ibâdet ve taatle değerlendirmeli ve Allah’ dan gâfil olarak bir tek nefes dahi almamaya dikkat etmelidir.
Rabbimiz: “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çatınca, ‘Rabbim! Beni geri gönder de, geride bıraktığım dünyada iyi işler yapayım’ der. Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” Buyurur.(Mü’minûn/99-100)
Hz. Peygamber (s.a.s): “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhâri: Rikâk-1) diye mü’minleri uyarmış, iki büyük hakikate dikkatlerimizi çekmiştir.
Ömür sermayemizi takvimlerimizden her gün bir sahife yırtarak geride bırakıyoruz. Ama ne hikmettir ki geride bıraktığımız günlerin, ciddi manada oturup şöyle bir muhasebesini yapmak ve ne kazanıp neler kaybettik sorgusunu kendi iç dünyamızda yapmak aklımıza gelmiyor.
İnsan zaman zaman kendine sormalı değil mi: Ömrümüzün geçen günlerinin hesabını yaparken, acaba kaç gün “bu gün Allah için ne yaptım?” sualine cevap aradı, kaç sabah secdelerle gününe bereketler kattı, caddelerde yığınla bir o yana bir bu yana koşuştururken çoğu zaman neyin peşinde koşturduğunun bilincinde ve şuurunda olmayan insanlar arasında yönünü kaybetmeden, vakarla Rabbine çevirebildi yüzünü? Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıklar O’nu tesbih ederken kulluğun en ağır sorumluluğu omuzlarına yüklenen insan olarak sorumluluğunun farkında olabildi mi, Rabbine layık-ı veçhile itaat edebildi mi? O’nun emirlerini tutabildi mi? Yasaklarından korunabildi mi? Kazancını haramlara bulaşmadan helal yollardan sağlayabildi mi? Elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, zihnini, haramlardan ve hayâsızlıklardan koruyabildi mi?
Rabbimiz, “Var mı dua eden, duasını kabul edeyim?” “Var mı tevbe eden, tevbesini kabul edeyim?” buyurduğu halde, O’na el açıp dua edebildi mi? O’ndan af isteyip günahları için tevbe edebildi mi? “Bir insana yakışan, zamanın şerefini, vaktin kıymetini bilmek, bir anını bile zâyî etmemektir.” der İbn’ül Cevzî…