İslâm, insanları sahte ilahlardan arındırarak Allah’a kulluğa çağırma gayesiyle gelmiştir. Onları insanların icat ettikleri her türlü sahte ve bayağı ilahlara esir olmaktan kurtarıp, Allah’ın nizamına ulaştırmaya yönelik olan bu ulvi hedef, “Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur” anlamındaki “La İlahe illallah” tevhîd esasına dayanır. Bu esasın kalbte inanç, duygu ve hareketlerde ibadet, hayat sahasında da nizam olarak tatbik edilmesi, insanın hayatında bütünüyle Allah’a yönelmesiyle mümkündür. Böylece insanoğlu, işlerinin hepsinde ve her anında Allah’ın ilâhî nizâmını hatırlayıp, O’na müracaat ederek Allah’a itaat eden bir varlık haline gelir. İşte insanın Allah’a itaat etme ve kul olma yolunda yürüyebilmesi için atılması gereken ilk adım da bu anlamda zikr‘dir. Rabbimiz; ““Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın Bana nankörlük etmeyin!”(Bakara,152) buyurur. Bu tespitten sonra şimdi, kulluğun başlangıcı diyebileceğimiz “zikr” mefhumunu açıklamaya çalışalım.
Kelimenin aslını, manalarını ve lügat tariflerini sözlüklere havale ederek biz dîni bir mefhum anlamında “zikr”i; “Allah’ın Esma-i Hüsna’sını (güzel isimlerini) yüceliğini ve ulûhiyyetini anarak O’nun ilahî hükümlerini hayatın her anında hatırdan çıkarmadan davranışları bu hükümlere göre yapmak” manasında tarif ederiz. Görüldüğü gibi zikr Allah’ın dinini gönülden kabul etmenin dil ile ikrarının yanında, davranışların bu dinin hükümlerine uygun olarak ortaya konulmasını da ifade etmektedir.
Ayet ve hadislerin işaretiyle çıkarılan sonuçlara göre, zikrin üç çeşidinin var olduğu görülür: (Birincisi) Dil ile zikr (Zikr-i lisanî): Allah (c.c) ı, Esma-i Hüsna’sı ile yadedip hamd etmek, O’nu tesbih edip Kitabını okumak ve dua etmek şeklinde yapılan zikrdir. (İkincisi) Kalbî zikr (Zikr-i Kalbî): Gönülden Allah’ı anmaktır. Zikrin bu çeşidi, Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, O’nun tekliflerini, emir ve yasaklarını tefekkür ederek kalbi her türlü şüphelerden arındırmak ve mahlûkattaki yaratılış sırlarını temaşa ile olur.(Üçüncüsü); Bedenî zikr (Zikr-i Bedenî): Bedenin azalarını her birini memur bulundukları vazifelerle meşgul edip, nehy olundukları şeylerden uzaklaştırmaktır. Görüldüğü gibi zikirden maksat, Allah’a itaat ve kulluktur. Hem de tüm taatleri kapsayıp her türlü isyanı terk etmeyi gerektiren bir kulluk…
Mü’min önce Allah’ı ve O’nun bildirdiği hakikatleri kalben tasdik eder, sonra bunları dili ile söyleyip bütün hayatını bu hakikatlere uygun olarak sürdürür. Nitekim “onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarak Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler, Rabb’imiz (derler) bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin bizi ateş azabından koru” (Al-i İmran, 191) meâlindeki zikirle ilgili, bu ayette, “Allah’ı zikrederler” fermânı, dilin kulluğuna; “ayakta oturarak ve yanları üzerine yatarak” fermânı da organların kulluğuna; “göklerin ve yerin yaradılışı üzerine düşünürler” emr-i ilâhisi ise; kalb, akıl ve ruhun kulluğuna işaret etmektedir.
“Rabb’ini çok an, akşam sabah O’nu tesbih et” (A-i İmran, 41), “Onlar ki inanmışlardır ve kalbleri Allah’ı zikretmekle mutmain olur huzura kavuşur. İyi bilin ki kalbler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur” (Ra’d, 28), “Ey mü’minler Allah’ı çok zikredin” (Ahzab, 41) meallerindeki ilahi vahyler mecmuâsı, zikrin faziletini ifade edenlerden sadece bir kaçıdır.
Kelimenin aslını, manalarını ve lügat tariflerini sözlüklere havale ederek biz dîni bir mefhum anlamında “zikr”i; “Allah’ın Esma-i Hüsna’sını (güzel isimlerini) yüceliğini ve ulûhiyyetini anarak O’nun ilahî hükümlerini hayatın her anında hatırdan çıkarmadan davranışları bu hükümlere göre yapmak” manasında tarif ederiz. Görüldüğü gibi zikr Allah’ın dinini gönülden kabul etmenin dil ile ikrarının yanında, davranışların bu dinin hükümlerine uygun olarak ortaya konulmasını da ifade etmektedir.
Ayet ve hadislerin işaretiyle çıkarılan sonuçlara göre, zikrin üç çeşidinin var olduğu görülür: (Birincisi) Dil ile zikr (Zikr-i lisanî): Allah (c.c) ı, Esma-i Hüsna’sı ile yadedip hamd etmek, O’nu tesbih edip Kitabını okumak ve dua etmek şeklinde yapılan zikrdir. (İkincisi) Kalbî zikr (Zikr-i Kalbî): Gönülden Allah’ı anmaktır. Zikrin bu çeşidi, Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, O’nun tekliflerini, emir ve yasaklarını tefekkür ederek kalbi her türlü şüphelerden arındırmak ve mahlûkattaki yaratılış sırlarını temaşa ile olur.(Üçüncüsü); Bedenî zikr (Zikr-i Bedenî): Bedenin azalarını her birini memur bulundukları vazifelerle meşgul edip, nehy olundukları şeylerden uzaklaştırmaktır. Görüldüğü gibi zikirden maksat, Allah’a itaat ve kulluktur. Hem de tüm taatleri kapsayıp her türlü isyanı terk etmeyi gerektiren bir kulluk…
Mü’min önce Allah’ı ve O’nun bildirdiği hakikatleri kalben tasdik eder, sonra bunları dili ile söyleyip bütün hayatını bu hakikatlere uygun olarak sürdürür. Nitekim “onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarak Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler, Rabb’imiz (derler) bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin bizi ateş azabından koru” (Al-i İmran, 191) meâlindeki zikirle ilgili, bu ayette, “Allah’ı zikrederler” fermânı, dilin kulluğuna; “ayakta oturarak ve yanları üzerine yatarak” fermânı da organların kulluğuna; “göklerin ve yerin yaradılışı üzerine düşünürler” emr-i ilâhisi ise; kalb, akıl ve ruhun kulluğuna işaret etmektedir.
“Rabb’ini çok an, akşam sabah O’nu tesbih et” (A-i İmran, 41), “Onlar ki inanmışlardır ve kalbleri Allah’ı zikretmekle mutmain olur huzura kavuşur. İyi bilin ki kalbler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur” (Ra’d, 28), “Ey mü’minler Allah’ı çok zikredin” (Ahzab, 41) meallerindeki ilahi vahyler mecmuâsı, zikrin faziletini ifade edenlerden sadece bir kaçıdır.