İslâmiyetin temel hedefi, insanların hem Allah ve insanlar ile hem de diğer canlı-cansız varlıklar ve eşyâ ile ilişkisini “adalet” ölçüleri içerisinde düzenlemektir. Kur’an’daki adlemriyle, her şeyi yerli yerine koymak, hak sâhibine hakkını vermek ve orta yolu izlemek kastedilmektedir. Temel vasfı kulluk olan insanın diğer varlıklara karşı belli esâslar muvâcehesinde davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri ortadan kaldırması îmânın bir gereği sayılmaktadır. Nitekim bir hadîs-i Şerif’te peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Îmân, yetmiş şu kadar şûbedir. Bunun en yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur demek; en aşağı derecesi ise yolda insanlara ve diğer varlıklara engel olan, eziyet veren şeyi ortadan kaldırmaktır.” (Müslim-İman,58)
İnsanoğlunun en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın benliğinde nalıncı keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaafiyet vardır. Allah Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur. Bu durumu Kur’an’daki bir kısım âyetlerde şöyle temâşâ ederiz: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından daha güzeldir.” (İsrâ,35) “Ölçü ve tartıyı adâletle yerine getirin.” (Rahmân,9) “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin Rabbinin katında dîvan duracaklardır.” (Mutaffifîn,1-6)
Aslında dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer. Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam olarak kullanmakta zorlanırlarsa, aynı şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âit hususlarda kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadırlar.
Allâh’u Zülcelâl Hazretlerinin (c.c.) önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli kullanma gereğini bir “âhiret meselesi”olarak koyması çok câlib-i dikkattir. Bu dünyâda zorbalık ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin, hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla vurguladığı konulardır.
Şu hadîs-i şerif’e bakarmısınız; bu konudaki en çarpıcı örneklerden birini bize gösterir. Allah Resûlü ashâbına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâmdan bazıları: “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur.” (Müslim-Birr,59)
Böyle bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümit beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını paralayacaktır. Bunların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk tanımazlık vardır.
İnsanoğlunun en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın benliğinde nalıncı keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaafiyet vardır. Allah Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur. Bu durumu Kur’an’daki bir kısım âyetlerde şöyle temâşâ ederiz: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından daha güzeldir.” (İsrâ,35) “Ölçü ve tartıyı adâletle yerine getirin.” (Rahmân,9) “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin Rabbinin katında dîvan duracaklardır.” (Mutaffifîn,1-6)
Aslında dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer. Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam olarak kullanmakta zorlanırlarsa, aynı şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âit hususlarda kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadırlar.
Allâh’u Zülcelâl Hazretlerinin (c.c.) önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli kullanma gereğini bir “âhiret meselesi”olarak koyması çok câlib-i dikkattir. Bu dünyâda zorbalık ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin, hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla vurguladığı konulardır.
Şu hadîs-i şerif’e bakarmısınız; bu konudaki en çarpıcı örneklerden birini bize gösterir. Allah Resûlü ashâbına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâmdan bazıları: “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur.” (Müslim-Birr,59)
Böyle bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümit beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını paralayacaktır. Bunların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk tanımazlık vardır.