Nitekim Peygamber Efendimiz elbiseyi mübarek bedenini örten ve ibâdete zemin hazırlayan bir hayır vesilesi olarak değerlendirmiştir. Ehline ve ashabına da bunu öğretmiştir. O, elbisesinin temiz ve düzgün olmasına itina gösterirdi. Örtünme ile temiz ve düzenli giyimin en ideal insicamını mübarek hayatında tatbik ederdi. Asgari ihtiyacından fazlasına rağbet etmezdi. Onun elbiselerinden hiç biri topuklarından aşağı inmez, yerlerde sürünmezdi. Elbiseyi mutlaka sağ taraftan giymeğe başlar ve şöyle dua ederdi; ayıp yerlerimi örten elbiseyi bana giydiren ve onunla insanlara güzel görünmemi sağlayan Allah’a hamd olsun.
Bu davranışıyla giyinmenin; bedenin korunmasına, cemiyette edeb ve hayâ hislerinin canlı tutulmasına hizmet etmesi gerektiğine işaret ederdi. Önceki peygamberlerin sözlerinden bize intikal eden, “utanmazsan dilediğini yap” sözünü nakletmesi, bunu temine yönelik en mühim hatırlatmasıydı.
Yazık ki şimdi onun ümmeti, her gün biraz daha artan bir vurdumduymazlığın içine sürükleniyor. Yeni kuşaklara, giyinmekten maksadın örtünmek ve bedeni korumak olduğunu gereğince öğretemedik. Öğretemedik ki, uzuvların teşhirini ön planda tutan modacıların yönlendirmesine, bir heves ve özenti uğruna kolayca boyun eğmektedirler.
Bir toplumda bu derece köklü değişikliklerin bu kadar hızla gerçekleşmesi ve hiç bir fiziki baskı olmadan kabul görmesi hayra alamet değildir. Bir Müslüman, inancıyla bağdaştırmadığı bir kıyafeti hangi yorumla ve maksatla üzerinde taşıyor, kendine yakıştırıyor? Bunun sebeplerini araştırmak ve edebin güzelliğini, hayânın ulviyetini, bunları unutmuş görünenlere hatırlatmak ciddi bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bu sebeple, ezanların okunduğu, Kur’ân’ın işitildiği şu memlekette; o sevimsiz kıyafetlerin nasıl olup da yaygınlaştığını ve insanların hangi yorumla geçiminden sorumlu olduğu kişilere bunları alabildiği sorusu etrafında düşünmek gerektiğine inanıyoruz.
Bir millet düşünelim ki, geçmişiyle olan ortak paydalarını unutma çabasında. İstikbalini yeşertecek hayat damarlarını kurutmağa çalışıyor. Böyle bir milletin encamı nice olur? Ecdadımız bu gün yaşasaydı bizleri sevmek isterdi, sevebileceği kılık-kıyafette görmek isterdi. Çünkü biz onların canlarından birer parçayız, nesillerinin devamıyız. Sevgili Peygamberimiz; huzuruna çıkabileceğimiz bir kıyafete bürünmemizi arzu ederdi. Ve biz, pek de uzak olmayan bir zamanda onlarla buluşacağımıza inanıyoruz.
Bununla birlikte şimdi, sokaklarda, caddelerde “Allah’tan korkmazsan bari kuldan utan”, sözünden medet umar hale geldik. Utanma duygusunu arıyoruz, hararetle… Onu da yitirirse bu toplum, ifsad olur. Yokoluşun eşiğine dayanır diye endişe ediyoruz.
İmanın en zayıf derecesinin kötülüğe kalben buğzetmek olduğu bilgisiyle yüreği sızlayan insanımıza, içinde ümitle sorumluluğun bir arada bulunduğu bir çift sözümüz olacak: Amansız alevler içinden ne kurtarılsa kârdır. Bir kişiyi günah deryasından kurtarmanın ecri dünyalara değer olduğu gibi, bir tek insanı ihmal etmenin vebali de o derece ağırdır.
Allah “bu benim tarzım” diyerek iffet ve hayâyı behîmi hislerinin çöplüğüne mahkûm eden kimselerden kardeşlerimizi korusun ve bizleri takvâ ehlinden kılsın.
Bu davranışıyla giyinmenin; bedenin korunmasına, cemiyette edeb ve hayâ hislerinin canlı tutulmasına hizmet etmesi gerektiğine işaret ederdi. Önceki peygamberlerin sözlerinden bize intikal eden, “utanmazsan dilediğini yap” sözünü nakletmesi, bunu temine yönelik en mühim hatırlatmasıydı.
Yazık ki şimdi onun ümmeti, her gün biraz daha artan bir vurdumduymazlığın içine sürükleniyor. Yeni kuşaklara, giyinmekten maksadın örtünmek ve bedeni korumak olduğunu gereğince öğretemedik. Öğretemedik ki, uzuvların teşhirini ön planda tutan modacıların yönlendirmesine, bir heves ve özenti uğruna kolayca boyun eğmektedirler.
Bir toplumda bu derece köklü değişikliklerin bu kadar hızla gerçekleşmesi ve hiç bir fiziki baskı olmadan kabul görmesi hayra alamet değildir. Bir Müslüman, inancıyla bağdaştırmadığı bir kıyafeti hangi yorumla ve maksatla üzerinde taşıyor, kendine yakıştırıyor? Bunun sebeplerini araştırmak ve edebin güzelliğini, hayânın ulviyetini, bunları unutmuş görünenlere hatırlatmak ciddi bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bu sebeple, ezanların okunduğu, Kur’ân’ın işitildiği şu memlekette; o sevimsiz kıyafetlerin nasıl olup da yaygınlaştığını ve insanların hangi yorumla geçiminden sorumlu olduğu kişilere bunları alabildiği sorusu etrafında düşünmek gerektiğine inanıyoruz.
Bir millet düşünelim ki, geçmişiyle olan ortak paydalarını unutma çabasında. İstikbalini yeşertecek hayat damarlarını kurutmağa çalışıyor. Böyle bir milletin encamı nice olur? Ecdadımız bu gün yaşasaydı bizleri sevmek isterdi, sevebileceği kılık-kıyafette görmek isterdi. Çünkü biz onların canlarından birer parçayız, nesillerinin devamıyız. Sevgili Peygamberimiz; huzuruna çıkabileceğimiz bir kıyafete bürünmemizi arzu ederdi. Ve biz, pek de uzak olmayan bir zamanda onlarla buluşacağımıza inanıyoruz.
Bununla birlikte şimdi, sokaklarda, caddelerde “Allah’tan korkmazsan bari kuldan utan”, sözünden medet umar hale geldik. Utanma duygusunu arıyoruz, hararetle… Onu da yitirirse bu toplum, ifsad olur. Yokoluşun eşiğine dayanır diye endişe ediyoruz.
İmanın en zayıf derecesinin kötülüğe kalben buğzetmek olduğu bilgisiyle yüreği sızlayan insanımıza, içinde ümitle sorumluluğun bir arada bulunduğu bir çift sözümüz olacak: Amansız alevler içinden ne kurtarılsa kârdır. Bir kişiyi günah deryasından kurtarmanın ecri dünyalara değer olduğu gibi, bir tek insanı ihmal etmenin vebali de o derece ağırdır.
Allah “bu benim tarzım” diyerek iffet ve hayâyı behîmi hislerinin çöplüğüne mahkûm eden kimselerden kardeşlerimizi korusun ve bizleri takvâ ehlinden kılsın.