İlk insan, ilk peygamber, önemli bir olay… İnsan, kendisinin bu ilk örnek, bu fıtrat hadisesi üzerinde çokça düşünmeli. Allah, yeryüzünde insan hayatını bir inanç rehberi ile başlatıyor. İman duygusundan mahrum bir insan kavramı yok yani… “inanmıyorum” diyen de bir “inançsızlığın inancını” taşımakta sinesinde… Allah (c.c.) âdeta, bîati yeryüzüne indiriyor, bir cisme büründürüyor. Din ve insan bütünleşiyor. Her biri diğeri için “olmazsa olmaz” bir bütünleşme bu. “And” bezm-i elest’te kalıp, kuru bir ceset inmiyor, yeryüzüne. Hazret-i Âdem, ruhlar âleminden “bîat’ı yeryüzüne taşıyan, nesline bîati miras bırakan ve bir insan olarak bîati Allah katına sunandır. İnsanın inanç andının sembolüdür.
Her peygamberde bu and tazeleniyor. Her peygamber, Allah’la insan arasındaki bîati beslemek, yenilemek, bir anlamda tecdîd-i bîat etmek üzere insanlığa yeniden geliyor. Her biri aynı anlamı içeren kelimeyi, aynı sadâkati, aynı bîati, aynı vefâyı ve aynı samimiyeti dillendiriyor. Bütün peygamberlerin getirdiği evrensel değerlerin bîatini sonsuza bağlayan da Hazret-i Peygamber’dir (s.a.v). İnsanlığın başlangıcı ile sonunu birleştiren, el ele tutuşturandır. Son bîat kervanının öncüsüdür.
Allah Teâlâ önümüze bir ufuk çizgisi koymuş: “Hayra, iyiliğe, güzelliğe çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran…” Bu ufuk çizgisi, Kur’an nazil olalı beri mü’minin önünde durup duruyor. Koşumuz hep ona. Mü’min, vasıflarını Allah Teâlâ’nın belirlediği bu ümmeti inşa etmekle görevli. Hz. Peygamberse mü’minleri birbirini yıkayan iki ele benzetiyor. Ve “Din nasihattir” buyuruyor.
İslam ‘ın bir iç mantığı var. Bir sistem mantığı… Her müessesenin diğerini bütünleyen, diğerini inşa eden bir iç manzume bu. Bu çerçevede düşünüldüğü zaman, “ümmetin inşası” nın, İslam’ın her müessesesine bir “oluş sebebi” halinde zikredildiğini görüyoruz. Mü’min, bir başka ayette belirtildiği üzere “hayırlı ümmet”e layık olabilmek için, kendi kişiliğinden başlamak üzere bir “oluş süreci” ne girecek…
Ümmet vasatı, topyekûn bir arındırma vasatıdır. Mü’min önce kendi nefsini İslam dışı şeylerden arındıracak, sonra da kardeşinin arınmasına yardım edecek. Bundan; alınlarında secde izi parlayan, birbirlerine karşı rahmet kanatlarını germiş, kirden ve kinden arınmış, sevgiyi bir Allah emaneti olarak paylaşan, kardeşini kendi nefsine tercih eden “hayırlı ümmet” doğacak. Ümmet vasatı, herkesin birbirine gönlünü sonsuz ölçüde açtığı bir “nasihat” vasatıdır.
Kutlu bir kulluk yolculuğuna çıkmak üzere geldik dünyaya…“Neden çıkıyoruz?” sorusunu kendimize sorduğumuz zaman, “Doğmak bir sorumluluktur” da ondan cevabını buluruz karşımızda… İnsan, daha hayata gözlerini açarken, Allah’ın emanetini sırtında bulur. Verilen her nimet bir sorumluluğa karşılıktır. Sıhhatin, ilmin, malın, soluk alıp vermenin, yaşamanın elhasıl, bir sorumluluğu var. Buna “hayatın gayesi” deniliyor ve en yüksek gaye olan “Allah rızâsı”na erişmek için yaşanıyor, yaşanılması gerekiyor bu dünyada…
Her mü’min, bu gayeyi belli oranda yakalamaya çalışır. Bir camide omuzlarını kardeşinin omuzlarına dayamış ve birbirinden yürek bütünlüğü soluklayan mü’minler de, herkesin uyuduğu saatlerde “ümmet için” el açanlar da, seccadesini gözyaşıyla ıslatanlar da hep bu gayeye uzanıyorlar. Kimi muvaffak oluyor, kimi de olmamak için çırpınıyor ve yok olup gidiyor bu yolda…
Kendi kavrama gücü ve bilinciyle Allah’ı tanıyan insan. Kendi düşüncesi ve görüşüyle Allah’ın yasasını bulan insan. Kendi çabası ve girişimleriyle bu yasaya göre hareket eden insan. Kendi iradesiyle, kişisel sorumluluğu ile sapma ve azgın arzulara karşı direnci ile eğilim ve ihtiraslara karşı verdiği mücadele ile Allah’a söz veren insan bu emaneti yüklendi.
Hacmi küçük, gücü az, çalışması yetersiz, ömrü sınırlı, çeşitli ihtirasların, arzuların, eğilim ve isteklerin etkisinde kalan insanın yüklendiği bu emanet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir emanettir.
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Pek zalim ve cahil olan insan onu yüklendi.” (Ahzâb: 72)
Kişiyi Allâh’ın rızâsına ulaşmaya engel ne varsa bir kenara atmak lazım, Allâh’ın vahyinin önünü açmak lazım, eğer böyle yapmazsak bilmeliyiz ki ”geri dönüşü mümkün olmayan” bir pişmanlığa düşebiliriz. Zira Allâh’ın sözü olan Kur’an’ı hayatımızın merkezine koyduğumuz zaman, kurtuluşun yolu behemehâl bize açılacaktır ve ancak Allah’ın âyetlerini ‘paylaşarak’ değil, ‘yaşayarak’ kurtulabileceğiz.
Her peygamberde bu and tazeleniyor. Her peygamber, Allah’la insan arasındaki bîati beslemek, yenilemek, bir anlamda tecdîd-i bîat etmek üzere insanlığa yeniden geliyor. Her biri aynı anlamı içeren kelimeyi, aynı sadâkati, aynı bîati, aynı vefâyı ve aynı samimiyeti dillendiriyor. Bütün peygamberlerin getirdiği evrensel değerlerin bîatini sonsuza bağlayan da Hazret-i Peygamber’dir (s.a.v). İnsanlığın başlangıcı ile sonunu birleştiren, el ele tutuşturandır. Son bîat kervanının öncüsüdür.
Allah Teâlâ önümüze bir ufuk çizgisi koymuş: “Hayra, iyiliğe, güzelliğe çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran…” Bu ufuk çizgisi, Kur’an nazil olalı beri mü’minin önünde durup duruyor. Koşumuz hep ona. Mü’min, vasıflarını Allah Teâlâ’nın belirlediği bu ümmeti inşa etmekle görevli. Hz. Peygamberse mü’minleri birbirini yıkayan iki ele benzetiyor. Ve “Din nasihattir” buyuruyor.
İslam ‘ın bir iç mantığı var. Bir sistem mantığı… Her müessesenin diğerini bütünleyen, diğerini inşa eden bir iç manzume bu. Bu çerçevede düşünüldüğü zaman, “ümmetin inşası” nın, İslam’ın her müessesesine bir “oluş sebebi” halinde zikredildiğini görüyoruz. Mü’min, bir başka ayette belirtildiği üzere “hayırlı ümmet”e layık olabilmek için, kendi kişiliğinden başlamak üzere bir “oluş süreci” ne girecek…
Ümmet vasatı, topyekûn bir arındırma vasatıdır. Mü’min önce kendi nefsini İslam dışı şeylerden arındıracak, sonra da kardeşinin arınmasına yardım edecek. Bundan; alınlarında secde izi parlayan, birbirlerine karşı rahmet kanatlarını germiş, kirden ve kinden arınmış, sevgiyi bir Allah emaneti olarak paylaşan, kardeşini kendi nefsine tercih eden “hayırlı ümmet” doğacak. Ümmet vasatı, herkesin birbirine gönlünü sonsuz ölçüde açtığı bir “nasihat” vasatıdır.
Kutlu bir kulluk yolculuğuna çıkmak üzere geldik dünyaya…“Neden çıkıyoruz?” sorusunu kendimize sorduğumuz zaman, “Doğmak bir sorumluluktur” da ondan cevabını buluruz karşımızda… İnsan, daha hayata gözlerini açarken, Allah’ın emanetini sırtında bulur. Verilen her nimet bir sorumluluğa karşılıktır. Sıhhatin, ilmin, malın, soluk alıp vermenin, yaşamanın elhasıl, bir sorumluluğu var. Buna “hayatın gayesi” deniliyor ve en yüksek gaye olan “Allah rızâsı”na erişmek için yaşanıyor, yaşanılması gerekiyor bu dünyada…
Her mü’min, bu gayeyi belli oranda yakalamaya çalışır. Bir camide omuzlarını kardeşinin omuzlarına dayamış ve birbirinden yürek bütünlüğü soluklayan mü’minler de, herkesin uyuduğu saatlerde “ümmet için” el açanlar da, seccadesini gözyaşıyla ıslatanlar da hep bu gayeye uzanıyorlar. Kimi muvaffak oluyor, kimi de olmamak için çırpınıyor ve yok olup gidiyor bu yolda…
Kendi kavrama gücü ve bilinciyle Allah’ı tanıyan insan. Kendi düşüncesi ve görüşüyle Allah’ın yasasını bulan insan. Kendi çabası ve girişimleriyle bu yasaya göre hareket eden insan. Kendi iradesiyle, kişisel sorumluluğu ile sapma ve azgın arzulara karşı direnci ile eğilim ve ihtiraslara karşı verdiği mücadele ile Allah’a söz veren insan bu emaneti yüklendi.
Hacmi küçük, gücü az, çalışması yetersiz, ömrü sınırlı, çeşitli ihtirasların, arzuların, eğilim ve isteklerin etkisinde kalan insanın yüklendiği bu emanet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir emanettir.
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Pek zalim ve cahil olan insan onu yüklendi.” (Ahzâb: 72)
Kişiyi Allâh’ın rızâsına ulaşmaya engel ne varsa bir kenara atmak lazım, Allâh’ın vahyinin önünü açmak lazım, eğer böyle yapmazsak bilmeliyiz ki ”geri dönüşü mümkün olmayan” bir pişmanlığa düşebiliriz. Zira Allâh’ın sözü olan Kur’an’ı hayatımızın merkezine koyduğumuz zaman, kurtuluşun yolu behemehâl bize açılacaktır ve ancak Allah’ın âyetlerini ‘paylaşarak’ değil, ‘yaşayarak’ kurtulabileceğiz.