Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız hayatının her alanında olduğu gibi bilim insanı kişiliğiyle de üstün başarılara imza atmış bir şahsiyettir.
1943 yılında İstanbul Erkek Lisesini birincilikle bitirmiş, üniversite eğitimine ikinci sınıftan başlayarak 1948 yılında mezun olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Motorlar Kürsüsünde asistan olarak göreve başlamıştır.
Doktorasını Almanya’da tamamlayarak yurda dönmüş ve 27 yaşında Türkiye’nin En genç doçenti unvanını almıştır. Almanya’da bulunduğu dönemde Leopard tanklarının geliştirme ünitesinde çalışarak birçok projenin hazırlanmasında öncü olmuştur.
Bu çalışmalar sırasında ülkemizin bu alandaki ihtiyacını görerek daha sonra kurup yerli sanayi hareketini başlatacağı Gümüş Motor Fabrikası’nın fikri temellerini atmıştır.
O yıllarda yapılan Otomobil Kongresi’nde, “Biz şeftaliden başka bir şey üretemeyiz” diyenlere “Bakın işte biz motor yaptık” diyerek çığır açmıştır. Pancar Motorla ilk yerli motor ve otomobil üretimi yapmıştır.
İslam ve İlim, Türkiye’nin Sanayileşme Davası gibi konferansları ilk dönem çalışmaları arasında yer alır.
Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamız ilim, fikir, siyaset, devlet ve dava adamı olarak son devre yön verdi. Yüksek ahlaki değerlere bağlı kişiliğinin yanı sıra maneviyatçı kişiliği hayli ön plandaydı.
Dünyaya kendi oluşturduğu kavramlar çerçevesinde bakardı. Müslümanlığın bireysel ibadetlerden ibaret bir din olmadığını söyleyerek, “cihat, faiz ve adil düzen” gibi tedavülden kalkan kavramları yeniden Müslümanların gündemine yerleştirmiştir.
O ortamın sivil olmadığı bir dönemde siyasete atılarak Türkiye’de normalleşme sürecine öncülük etti. Yer altına inmiş İslami grupları gün yüzüne çıkararak siyasette ve sosyal hayatta alan kazanmalarını sağladı.
İnsanlığın yaşadığı buhranlara çözüm aradığı günümüzde her alanda söz sahibi, marjinallikten uzak, düzene alternatifler sunan, elinde “silah değil; broşür” olan, “kurşun değil; slogan atan” neslin sahibi Erbakan’dır. Yani o, son iki yüz yıldır fetret dönemi yaşayan Müslümanlara dünyayı
yönetmeyi teşvik eden yeni bir anlayış ve ruh aşılamıştır.
Sosyal hayattan koparılan İslam’ın yeniden aslî mecrasına dönmesini sağladı. Müslümanları hapsedildikleri izbe köşelerden kurtardı. Zincirleri kırarak Müslümanlara biçilen rol olan hademelikten, hâkimliğe giden yolu açtı.
Eline geçen bireysel ve toplumsal hakları ve kanuni fırsatları sonuna kadar kullandı. Böylece Türkiye’de yaşanan bu dönüşüm, İslam davasına gönül verenlerden nerdeyse hiç kimsenin burnunu kanatmadan tamamlanmıştır.
Aile asaletinden gelen İstanbul beyefendisi bir kimse olmasına rağmen son derece mütevazı, hoş görülü, affedici ve yumuşak huylu bir tabiata ve üstünde sırıtmayan, içselleştirilmiş bir nezakete sahipti. Her kim olursa olsun karşısındakinin görüşlerine saygı gösterir, sözünü kesmeden
sabırla dinlerdi.
Kendine özgü mizah anlayışıyla hazırcevap bir kimseydi. Bunun yanında kıvrak zekası ve nüktedan kişiliğe sahipti. Siyaset tarihinde eşine az rastlanır derecede en ağır olayı bile çok yumuşak bir üslupla ifade eder, böylece hem meramını çok iyi anlatır hem de kimseyi kırmazdı. Kendisine,
sizin mıknatısınız neden beni çekmiyor? diyen gazeteciye “bizim mıknatısımız tahtaları çekmez” sözünde olduğu gibi.
Hayatı boyunca bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve son derece yüksek organizasyon gücü vardı. İlkokul çağlarında bile arkadaşları arasında oynadığı oyunların kurallarını kendi koymuş, para basmış, adeta “devlet kurmuş” bir kişiydi.
Her konuda en parlak fikirlere sahipti. Mücadelesinin her döneminde zamanın en teknolojik imkanlarını kullanırdı ve yeniliklere açıktı. Teknolojinin “Müslümanın yitik malı” olduğunu vurgulardı.
Mücadeleci bir liderdi. Karamsarlık kitabında yazmazdı. Onun hayatında asla ezilmek, yenilmek ve yok olmak söz konusu değildi. Yenilmişlik psikolojisini dimağlardan silen kişiydi. “İman varsa imkân vardır” hayat düsturuydu.
“Bizi toprağa gömmeye çalışanlar bilsin ki bizi mağmaya da koysalar lav gibi fışkırır çıkar, yeni bir dünyayı kurarız.” Yılmaz, yılgınlığa kapılmaz ve küsmezdi. En sıkıntılı anlarda bile umut doluydu.
Davası uğrunda mücadeleci olsa da gayet mutedil birisiydi. Hiçbir zaman aşırılıkların yanında olmadı. Partisi kapatıldığında bir işaretiyle milyonlarca insanı sokağa dökme imkanı olduğu halde O, “bu tarihin akışı içinde bir noktadan ibarettir” diyerek Anadolu insanını teskin etti.
Kendisine karşı çıksalar bile kendini Müslüman olarak ifade eden her kesime aynı sıcaklık ve saygıdaydı. Kimseyi ayrıştırmaz, hepsini kucaklardı. “İslami cemaatlerle barış” temel ilkesiydi. Onun ağzından hiçbir Müslüman topluluk hakkında tek bir kötü sözcük çıkmazdı.
En zor dönemlerde bile çevresine sürekli yüksek motivasyon aşılayan bir kişilikti. Onu dinleyen herkes konuşmasını müteakip, sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi olaylara bambaşka bir perspektifinden bakmaya başlar ve her dava eri gücünün önemini kavrardı.
Teşkilatlarda bir mahallenin sokak sorumlusuna bağlı apartman temsilcisi bile yeni bir dünyanın kuruluşunun kendi apartmanında yapacağı çalışmalar sayesinde olacağına inanırdı. Kendisinin kilit noktada etkili, yetkili ve sorumlu bir kişi olduğuna inanırdı.
O, yola kimlerle başlamışsa onlarla devam eder, kimseyi yarı yolda bırakmazdı. Gidenler hep bırakanlardı. Kalanlara sonuna kadar kucak açar, gidenlere insani ilişkiler çerçevesinde nezaketi elden bırakmazdı. Sevinci de kızgınlığı da davası içindi.
Zulüm, hapis, sürgün ve yasaklarla dolu hayatı mücadele içinde geçtiği gibi, ölümü de deyim yerindeyse “at üstünde muharebe meydanında” gerçekleşti. Son nefesine kadar hak yolunda mücadelesini sürdürdü ve davasının başında dik duruşunu muhafaza etti.
Vefat etmek üzere olduğu hayatının son anlarında bile rutin yapması gereken toplantıları terk etmedi ve ölürken de partisinin genel başkanı olarak hayata veda etti. Kısaca, hayatı asrın hikâyesi gibiydi.
1943 yılında İstanbul Erkek Lisesini birincilikle bitirmiş, üniversite eğitimine ikinci sınıftan başlayarak 1948 yılında mezun olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Motorlar Kürsüsünde asistan olarak göreve başlamıştır.
Doktorasını Almanya’da tamamlayarak yurda dönmüş ve 27 yaşında Türkiye’nin En genç doçenti unvanını almıştır. Almanya’da bulunduğu dönemde Leopard tanklarının geliştirme ünitesinde çalışarak birçok projenin hazırlanmasında öncü olmuştur.
Bu çalışmalar sırasında ülkemizin bu alandaki ihtiyacını görerek daha sonra kurup yerli sanayi hareketini başlatacağı Gümüş Motor Fabrikası’nın fikri temellerini atmıştır.
O yıllarda yapılan Otomobil Kongresi’nde, “Biz şeftaliden başka bir şey üretemeyiz” diyenlere “Bakın işte biz motor yaptık” diyerek çığır açmıştır. Pancar Motorla ilk yerli motor ve otomobil üretimi yapmıştır.
İslam ve İlim, Türkiye’nin Sanayileşme Davası gibi konferansları ilk dönem çalışmaları arasında yer alır.
Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamız ilim, fikir, siyaset, devlet ve dava adamı olarak son devre yön verdi. Yüksek ahlaki değerlere bağlı kişiliğinin yanı sıra maneviyatçı kişiliği hayli ön plandaydı.
Dünyaya kendi oluşturduğu kavramlar çerçevesinde bakardı. Müslümanlığın bireysel ibadetlerden ibaret bir din olmadığını söyleyerek, “cihat, faiz ve adil düzen” gibi tedavülden kalkan kavramları yeniden Müslümanların gündemine yerleştirmiştir.
O ortamın sivil olmadığı bir dönemde siyasete atılarak Türkiye’de normalleşme sürecine öncülük etti. Yer altına inmiş İslami grupları gün yüzüne çıkararak siyasette ve sosyal hayatta alan kazanmalarını sağladı.
İnsanlığın yaşadığı buhranlara çözüm aradığı günümüzde her alanda söz sahibi, marjinallikten uzak, düzene alternatifler sunan, elinde “silah değil; broşür” olan, “kurşun değil; slogan atan” neslin sahibi Erbakan’dır. Yani o, son iki yüz yıldır fetret dönemi yaşayan Müslümanlara dünyayı
yönetmeyi teşvik eden yeni bir anlayış ve ruh aşılamıştır.
Sosyal hayattan koparılan İslam’ın yeniden aslî mecrasına dönmesini sağladı. Müslümanları hapsedildikleri izbe köşelerden kurtardı. Zincirleri kırarak Müslümanlara biçilen rol olan hademelikten, hâkimliğe giden yolu açtı.
Eline geçen bireysel ve toplumsal hakları ve kanuni fırsatları sonuna kadar kullandı. Böylece Türkiye’de yaşanan bu dönüşüm, İslam davasına gönül verenlerden nerdeyse hiç kimsenin burnunu kanatmadan tamamlanmıştır.
Aile asaletinden gelen İstanbul beyefendisi bir kimse olmasına rağmen son derece mütevazı, hoş görülü, affedici ve yumuşak huylu bir tabiata ve üstünde sırıtmayan, içselleştirilmiş bir nezakete sahipti. Her kim olursa olsun karşısındakinin görüşlerine saygı gösterir, sözünü kesmeden
sabırla dinlerdi.
Kendine özgü mizah anlayışıyla hazırcevap bir kimseydi. Bunun yanında kıvrak zekası ve nüktedan kişiliğe sahipti. Siyaset tarihinde eşine az rastlanır derecede en ağır olayı bile çok yumuşak bir üslupla ifade eder, böylece hem meramını çok iyi anlatır hem de kimseyi kırmazdı. Kendisine,
sizin mıknatısınız neden beni çekmiyor? diyen gazeteciye “bizim mıknatısımız tahtaları çekmez” sözünde olduğu gibi.
Hayatı boyunca bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve son derece yüksek organizasyon gücü vardı. İlkokul çağlarında bile arkadaşları arasında oynadığı oyunların kurallarını kendi koymuş, para basmış, adeta “devlet kurmuş” bir kişiydi.
Her konuda en parlak fikirlere sahipti. Mücadelesinin her döneminde zamanın en teknolojik imkanlarını kullanırdı ve yeniliklere açıktı. Teknolojinin “Müslümanın yitik malı” olduğunu vurgulardı.
Mücadeleci bir liderdi. Karamsarlık kitabında yazmazdı. Onun hayatında asla ezilmek, yenilmek ve yok olmak söz konusu değildi. Yenilmişlik psikolojisini dimağlardan silen kişiydi. “İman varsa imkân vardır” hayat düsturuydu.
“Bizi toprağa gömmeye çalışanlar bilsin ki bizi mağmaya da koysalar lav gibi fışkırır çıkar, yeni bir dünyayı kurarız.” Yılmaz, yılgınlığa kapılmaz ve küsmezdi. En sıkıntılı anlarda bile umut doluydu.
Davası uğrunda mücadeleci olsa da gayet mutedil birisiydi. Hiçbir zaman aşırılıkların yanında olmadı. Partisi kapatıldığında bir işaretiyle milyonlarca insanı sokağa dökme imkanı olduğu halde O, “bu tarihin akışı içinde bir noktadan ibarettir” diyerek Anadolu insanını teskin etti.
Kendisine karşı çıksalar bile kendini Müslüman olarak ifade eden her kesime aynı sıcaklık ve saygıdaydı. Kimseyi ayrıştırmaz, hepsini kucaklardı. “İslami cemaatlerle barış” temel ilkesiydi. Onun ağzından hiçbir Müslüman topluluk hakkında tek bir kötü sözcük çıkmazdı.
En zor dönemlerde bile çevresine sürekli yüksek motivasyon aşılayan bir kişilikti. Onu dinleyen herkes konuşmasını müteakip, sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi olaylara bambaşka bir perspektifinden bakmaya başlar ve her dava eri gücünün önemini kavrardı.
Teşkilatlarda bir mahallenin sokak sorumlusuna bağlı apartman temsilcisi bile yeni bir dünyanın kuruluşunun kendi apartmanında yapacağı çalışmalar sayesinde olacağına inanırdı. Kendisinin kilit noktada etkili, yetkili ve sorumlu bir kişi olduğuna inanırdı.
O, yola kimlerle başlamışsa onlarla devam eder, kimseyi yarı yolda bırakmazdı. Gidenler hep bırakanlardı. Kalanlara sonuna kadar kucak açar, gidenlere insani ilişkiler çerçevesinde nezaketi elden bırakmazdı. Sevinci de kızgınlığı da davası içindi.
Zulüm, hapis, sürgün ve yasaklarla dolu hayatı mücadele içinde geçtiği gibi, ölümü de deyim yerindeyse “at üstünde muharebe meydanında” gerçekleşti. Son nefesine kadar hak yolunda mücadelesini sürdürdü ve davasının başında dik duruşunu muhafaza etti.
Vefat etmek üzere olduğu hayatının son anlarında bile rutin yapması gereken toplantıları terk etmedi ve ölürken de partisinin genel başkanı olarak hayata veda etti. Kısaca, hayatı asrın hikâyesi gibiydi.