“…Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok” (A’raf-59) Bu mübarek beyânla da bize öğretilmek istenen hakikat odur ki; “Allah’ın tek bir ilâh olduğu ve O’na ibadetle kulluk edilmesi”dir.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışının doğruluğu, Allah’ın bütün âlemlerin tek Rabb’i; tüm yaratıkların da O’nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek Mabûd olan Allah’a yönelmeleri ve O’na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedi olan Allah’a yönelmektedir… İşte insanların Allah’a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise -diğer varlıklar gibi- yaratılandır. O Rabb’dır. İnsan ise kuldur… Allah’a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah’a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefsi, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler…
İnsan hayatı, sevinç ve kederin güzergâhıdır, insan psikolojik olarak elemden kaçınır sevinçten de hoşlanır. Keder veren sebepler karşısında öfkelenip korkarken, sevinç veren sebepler karşısında da ümitlenir ve hırslanır. İnsanların davranışlarında ve kazançlarında bu durumların peş peşe değişmesi önemli rol oynar. Ümit veren sebepler yok olunca ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku veren sebepler yok olunca da azgınlık (tuğyan) başlar, sonuç düşünülmez ve iyi davranışlar yapılamaz olur. Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde de bir ümit bulunmazsa vazife duygusu atâlete uğrar. İşte insan ruhunun, böyle bütünüyle müteessir olduğu mutlak bir “korku ve ümit” amiline karşı duyduğu bu ilgi yaratılıştaki Mabûd ve ibadet fikrinin kaynağıdır. Bütün vazife duygusu bunda toplanır. İnsan bu hissi (duyguyu) nereye bağlarsa Mabudu da o olur.
Günümüzde bir takım insanların, maalesef hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur’an, Allah’ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor.
“Gördün mü o kimseyi ki hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş…” (Casiye-23)
Yani gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu mabûd edinmiş, böylece de kendi zevkinin sevdasına düşmüş… Çünkü hevâ ve şehvet, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi duygusuz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur…
Kur’an’ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibadet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve mabûdlardan kaçınıp sadece Allah’a hiç bir şeyi ortak etmeden yönelmek demektir. Çünkü insan önce Allah’ı Mabûd tanıyıp O’na kulluk etmek için yaratılmıştır. İşte yaradılış sebebi… Allah’tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir. İbadet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyari işlerdendir. Ancak her insan Allah’a ibadetle yükümlüdür. İradesini Allah’a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur.
İbadetin ruhu ve şartı, tevhîd ile ihlâstır. Allah’ın birliğine iman etmedikçe O’na ibadet edilemez. Allah’a gerçekten ibadet edenler de O’ndan başka Mabûd tanımazlar. Allah’tan başkasını O’na şerik (ortak) koşarak veya Allah’dan başkasını ilâh kabul ederek tapmak ise, Allah’ı tanımamaktır.
Din, tevhîd ve ihlâs ile Allah’a ibadet etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise mabudu da odur. Ve her mabudu onun ilâhıdır. Bunun için yalnız dili ile Kelime-i Şehâdeti söyleyip davranışları ona uygun olmayanların durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır. Dilerse af, dilerse azâb eder.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışının doğruluğu, Allah’ın bütün âlemlerin tek Rabb’i; tüm yaratıkların da O’nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek Mabûd olan Allah’a yönelmeleri ve O’na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedi olan Allah’a yönelmektedir… İşte insanların Allah’a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise -diğer varlıklar gibi- yaratılandır. O Rabb’dır. İnsan ise kuldur… Allah’a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah’a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefsi, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler…
İnsan hayatı, sevinç ve kederin güzergâhıdır, insan psikolojik olarak elemden kaçınır sevinçten de hoşlanır. Keder veren sebepler karşısında öfkelenip korkarken, sevinç veren sebepler karşısında da ümitlenir ve hırslanır. İnsanların davranışlarında ve kazançlarında bu durumların peş peşe değişmesi önemli rol oynar. Ümit veren sebepler yok olunca ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku veren sebepler yok olunca da azgınlık (tuğyan) başlar, sonuç düşünülmez ve iyi davranışlar yapılamaz olur. Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde de bir ümit bulunmazsa vazife duygusu atâlete uğrar. İşte insan ruhunun, böyle bütünüyle müteessir olduğu mutlak bir “korku ve ümit” amiline karşı duyduğu bu ilgi yaratılıştaki Mabûd ve ibadet fikrinin kaynağıdır. Bütün vazife duygusu bunda toplanır. İnsan bu hissi (duyguyu) nereye bağlarsa Mabudu da o olur.
Günümüzde bir takım insanların, maalesef hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur’an, Allah’ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor.
“Gördün mü o kimseyi ki hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş…” (Casiye-23)
Yani gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu mabûd edinmiş, böylece de kendi zevkinin sevdasına düşmüş… Çünkü hevâ ve şehvet, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi duygusuz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur…
Kur’an’ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibadet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve mabûdlardan kaçınıp sadece Allah’a hiç bir şeyi ortak etmeden yönelmek demektir. Çünkü insan önce Allah’ı Mabûd tanıyıp O’na kulluk etmek için yaratılmıştır. İşte yaradılış sebebi… Allah’tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir. İbadet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyari işlerdendir. Ancak her insan Allah’a ibadetle yükümlüdür. İradesini Allah’a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur.
İbadetin ruhu ve şartı, tevhîd ile ihlâstır. Allah’ın birliğine iman etmedikçe O’na ibadet edilemez. Allah’a gerçekten ibadet edenler de O’ndan başka Mabûd tanımazlar. Allah’tan başkasını O’na şerik (ortak) koşarak veya Allah’dan başkasını ilâh kabul ederek tapmak ise, Allah’ı tanımamaktır.
Din, tevhîd ve ihlâs ile Allah’a ibadet etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise mabudu da odur. Ve her mabudu onun ilâhıdır. Bunun için yalnız dili ile Kelime-i Şehâdeti söyleyip davranışları ona uygun olmayanların durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır. Dilerse af, dilerse azâb eder.