Hatay ülkemizin en eski yerleşim bölgelerinden biri ve Türkiye’nin en güneyinde yer alan ilidir. İlin batısı Akdeniz’le, güneyi ve doğusu Suriye toprakları ile çevrilmiştir.
Bölge, tarihi boyunca başta Hititler olmak üzere çeşitli milletlere ev sahipliği yapmıştır. Amik Ovası geçmiş medeniyetlerin kalıntılarını barındıran höyüklerle doludur.
İlimizin iki önemli kentinden İskenderun MÖ 333 yılında, Antakya ise M.Ö 300 yılında kurulmuştur. Seleukoslar döneminde başkent olan Antakya hızla gelişmiş, büyük ve zengin bir kent olmuştur. MÖ ikinci yüzyılda Antakya’da bölgesel olimpiyatlar düzenlenmeye başlamış, bu olimpiyatlar. MS 6. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür.1
Seleukosların başkenti Antakya ve çevresi MÖ 64 yılında Romalılar tarafından zapt edilir. Romalılar döneminde Kudüs’te ortaya çıkan Hristiyanlık ilk defa Antakya’da yayılır. Hz. İsa’ya inananlara “Hristiyan” adı ilk defa Antakya’da verilir, Hristiyanlığın ilk kilisesi yine Antakya’da kurulur. Bu yüzden, Antakya’nın Hristiyanlık tarihinde çok özel bir yeri vardır.
Roma döneminde İmparatorluğun doğu başkenti olan Antakya, 360 burçlu, yüksek, sağlam ve aşılması zor surlarıyla ünlüydü ve 750 bin nüfusuyla o zaman Roma ve İskenderiye’den sonraimparatorluğun 3. büyük şehriydi. Anadolu’dan geçip Afrika, Arabistan ve Hindistan’a giden bütün anayollar ve İpek Yolu Antakya’dan geçiyor, İskenderun ve Süveydiye (Samandağ)limanları bölgenin ihracat ve ithalatında, dolayısıyla refahında büyük rol oynuyordu. Bu dönemde Antakya, zeminleri mozaiklerle süslü, gösterişli köşklerle, saray ve hamamlarla donanmış, etrafı geniş, yüksek ve muazzam surlarla çevrilmiş muhteşem bir şehirdi. Çağlayanlarıyla ünlü Defne, yani bugünküHarbiye, imparatorluğun en ünlü sayfiye merkeziydi.
Muhteşem Antakya kenti zamanla depremler ve işgallerle harap duruma düştü. Özellikle 526 yılında yaşanan ve 250 ya da 300 bin kişinin öldüğü deprem, kent tarihindeki en büyük felaketlerden biriydi.3
638 yılında İslam orduları tarafından zapt edilen Antakya, daha sonra 969’da Bizanslıların, 1084 yılında Anadolu Selçuklularının, 1098 yılında Haçlı ordularının eline geçti. 1268 yılında Memlüklü devleti tarafından fethedilen kent ve çevresi 1516 yılında Osmanlı idaresi altına girdi.
Osmanlı döneminde Bursa, Manisa, Ankara, Konya gibi, örnek ve tipik bir Osmanlı şehri olan Antakya, huzurlu bir yerleşim yeri, çarşıları, bedesteni ve hanlarıyla aynı zamanda canlı bir tarım, ticaret ve transit merkeziydi. Bu dönemde zeytinyağı, sabun ve ipek bölgenin en önemli ürünleriydi. Dokumacılık ve el sanatları gelişmişti.
Antakya’nın bu huzurlu dönemi I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Şehir savaş görmedi, ama savaş yılları sıkıntılarla dolu geçti. Cephelerde de şartlar hep Türk Ordusu’nun aleyhindeydi. Sonuçta 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandı. Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından, başta Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk komutanlarının ve idarecilerinin şiddetle direnmelerine rağmen, ordumuz silah bırakıp cepheden çekilmek zorunda kaldı.
Ordularımızın cephelerden çekilişi bir boyun eğme ya da teslimiyet değildi. Çünkü Türk ordusunun geliştirdiği yeni savunma anlayışında böyle bir yaklaşıma izin yoktu. 19. yüzyıl sonlarına kadar ordu savaşlarda yenilip çekildiğinde, halk da yerini terk edip yeni sınırların gerisine çekilirken ve çekilmeyenler katliamlarla yok edilirken, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan Türk milliyetçiliği kavramı ile bu gelenekselleşmiş uygulama da değişime uğramıştı. Özellikle 20. yüzyıl başlarında, Osmanlı ordusu çekilirken, terk edilen yerlerde halk yerinde kalmaya, örgütler kurarak işgalci güçlere karşı direnmeye teşvik edilmiş, hatta çekilen ordunun depolarındaki silahlardan bir kısmı halka dağıtılmıştı. Güney bölgelerinden çekilme ve istiklâl mücadelesinin başlangıç günlerinde bu uygulamanın en son örneği Urfa, Antep, Kilis bölgelerinin boşaltılması ile İskenderun Sancağı olayında yaşanmış, ordu bölgeden çekilince şehir olarak ya da silahlanıp çeteler oluşturarak direnişe geçen Türk halkı bu boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
Savaşın bitiminde, Mondros Mütarekesi’nin imzalanışından 15 gün sonra bu topraklar galip devletler tarafından ilk işgal edilen yer oldu.(İskenderun, 14.11.1918). İşgalci düşmana ilk kurşun 19 Aralık 1918’de Dörtyol’da atıldı.
Önce İngiliz ve Fransızlarca birlikte işgal edilen ve “İskenderun Sancağı” adı verilen bölge, 1919 yılında Fransızların kontrolüne geçti. Kuseyr (Altınözü), Ordu (Yayladağı) ve Amik bölgelerinde Türk çeteleri işgalci güçlerle amansız bir mücadeleye girişti. Bu mücadeleye ve Mustafa Kemal Paşa’nın çabalarına rağmen bölge, 1921 yılında Türkiye ile işgalci Fransa arasında imzalanan Ankara İtilafnamesi ile sınırlarımız dışında ve Suriye içinde kaldı.
Ama İtilafname ile özerk bir bölge haline getirilen Sancak’ta yaşayan Türklerin kültürel gelişme hakları da korundu. Bu sayede Antakya Lisesi’nde eğitim-öğretim Türkçe devam etti.
İşgale karşı sürdürdüğü mücadeleye rağmen Türkiye sınırları dışında kalan Antakya, İskenderun ve havalisinde Türkiye önce Türklerin göç yoluyla bölgeyi terk etmeleri önlenmiş, daha sonra örgütlenmelerine yardımcı olunarak kurtuluş mücadelesinin temelleri daha o zamandan atılmıştır. Bu öz Türk bölgesi Türkiye sınırları dışında kalmış, ama M. Kemal Paşa bu bölgeden asla vazgeçmemişti. 15 Mart 1923 yılında ziyaret ettiği Adana’da “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman elinde esir kalamaz” diyerek bölge halkına kurtuluş vaat etti. İşgal idaresince İskenderun Sancağı adı verilen bölge ile sonraki yıllarda sürekli olarak ve yakından ilgilendi.
1926 yılında İskenderun Sancağı’nın bağımsızlık girişimi yarıda kaldı. Ama aynı yılın ortalarında Antakya’da Türkler lehine bir gelişme sağlandı ve Genç Spor Kulübü kuruldu. Bu kulüp her yönüyle gençler için bir okul görevi yaptı.
1928 yılında Sancak’ın ilk Türkçe dergisi ve Türklerin nâşir-i efkârı olan Yeni Mecmua yayımlanmaya başladı.
Yine 1928 yılında Antakya’daki Türkler, işgal altında yaşamalarına, eğitim kurumlarında ve günlük hayatta eski harfleri kullanmak zorunda olmalarına rağmen Türkiye ile birlikte yeni Türk alfabesini öğrenmeye başladılar, bu amaçla halka yönelik, yeni harflerle Türkçe okuma-yazma kursları açtılar.
Aynı yıl Türkiye’ye paralel olarak Antakya’da da yeni harflerle okuma yazma kursları açıldı. Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü olan ve o yıl Dörtyol’a gelen Hasan Rıza Bey (Soyak), orada Fransızlar tarafından mahkûm edildiği için memleketine gidemeyen Karamürselzade Tayfur Bey (Sökmen) ile tanıştı, İskenderun Sancağı Türklerinin dertlerini anlattı ve bu hususun Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesini, kendileriyle ilgilenilmesini istedi. Konunun Cumhurreisi Mustafa Kemal Paşa’ya intikali kurtuluş sürecinin başlangıcı oldu.
Bölge, tarihi boyunca başta Hititler olmak üzere çeşitli milletlere ev sahipliği yapmıştır. Amik Ovası geçmiş medeniyetlerin kalıntılarını barındıran höyüklerle doludur.
İlimizin iki önemli kentinden İskenderun MÖ 333 yılında, Antakya ise M.Ö 300 yılında kurulmuştur. Seleukoslar döneminde başkent olan Antakya hızla gelişmiş, büyük ve zengin bir kent olmuştur. MÖ ikinci yüzyılda Antakya’da bölgesel olimpiyatlar düzenlenmeye başlamış, bu olimpiyatlar. MS 6. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür.1
Seleukosların başkenti Antakya ve çevresi MÖ 64 yılında Romalılar tarafından zapt edilir. Romalılar döneminde Kudüs’te ortaya çıkan Hristiyanlık ilk defa Antakya’da yayılır. Hz. İsa’ya inananlara “Hristiyan” adı ilk defa Antakya’da verilir, Hristiyanlığın ilk kilisesi yine Antakya’da kurulur. Bu yüzden, Antakya’nın Hristiyanlık tarihinde çok özel bir yeri vardır.
Roma döneminde İmparatorluğun doğu başkenti olan Antakya, 360 burçlu, yüksek, sağlam ve aşılması zor surlarıyla ünlüydü ve 750 bin nüfusuyla o zaman Roma ve İskenderiye’den sonraimparatorluğun 3. büyük şehriydi. Anadolu’dan geçip Afrika, Arabistan ve Hindistan’a giden bütün anayollar ve İpek Yolu Antakya’dan geçiyor, İskenderun ve Süveydiye (Samandağ)limanları bölgenin ihracat ve ithalatında, dolayısıyla refahında büyük rol oynuyordu. Bu dönemde Antakya, zeminleri mozaiklerle süslü, gösterişli köşklerle, saray ve hamamlarla donanmış, etrafı geniş, yüksek ve muazzam surlarla çevrilmiş muhteşem bir şehirdi. Çağlayanlarıyla ünlü Defne, yani bugünküHarbiye, imparatorluğun en ünlü sayfiye merkeziydi.
Muhteşem Antakya kenti zamanla depremler ve işgallerle harap duruma düştü. Özellikle 526 yılında yaşanan ve 250 ya da 300 bin kişinin öldüğü deprem, kent tarihindeki en büyük felaketlerden biriydi.3
638 yılında İslam orduları tarafından zapt edilen Antakya, daha sonra 969’da Bizanslıların, 1084 yılında Anadolu Selçuklularının, 1098 yılında Haçlı ordularının eline geçti. 1268 yılında Memlüklü devleti tarafından fethedilen kent ve çevresi 1516 yılında Osmanlı idaresi altına girdi.
Osmanlı döneminde Bursa, Manisa, Ankara, Konya gibi, örnek ve tipik bir Osmanlı şehri olan Antakya, huzurlu bir yerleşim yeri, çarşıları, bedesteni ve hanlarıyla aynı zamanda canlı bir tarım, ticaret ve transit merkeziydi. Bu dönemde zeytinyağı, sabun ve ipek bölgenin en önemli ürünleriydi. Dokumacılık ve el sanatları gelişmişti.
Antakya’nın bu huzurlu dönemi I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Şehir savaş görmedi, ama savaş yılları sıkıntılarla dolu geçti. Cephelerde de şartlar hep Türk Ordusu’nun aleyhindeydi. Sonuçta 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandı. Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından, başta Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk komutanlarının ve idarecilerinin şiddetle direnmelerine rağmen, ordumuz silah bırakıp cepheden çekilmek zorunda kaldı.
Ordularımızın cephelerden çekilişi bir boyun eğme ya da teslimiyet değildi. Çünkü Türk ordusunun geliştirdiği yeni savunma anlayışında böyle bir yaklaşıma izin yoktu. 19. yüzyıl sonlarına kadar ordu savaşlarda yenilip çekildiğinde, halk da yerini terk edip yeni sınırların gerisine çekilirken ve çekilmeyenler katliamlarla yok edilirken, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan Türk milliyetçiliği kavramı ile bu gelenekselleşmiş uygulama da değişime uğramıştı. Özellikle 20. yüzyıl başlarında, Osmanlı ordusu çekilirken, terk edilen yerlerde halk yerinde kalmaya, örgütler kurarak işgalci güçlere karşı direnmeye teşvik edilmiş, hatta çekilen ordunun depolarındaki silahlardan bir kısmı halka dağıtılmıştı. Güney bölgelerinden çekilme ve istiklâl mücadelesinin başlangıç günlerinde bu uygulamanın en son örneği Urfa, Antep, Kilis bölgelerinin boşaltılması ile İskenderun Sancağı olayında yaşanmış, ordu bölgeden çekilince şehir olarak ya da silahlanıp çeteler oluşturarak direnişe geçen Türk halkı bu boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
Savaşın bitiminde, Mondros Mütarekesi’nin imzalanışından 15 gün sonra bu topraklar galip devletler tarafından ilk işgal edilen yer oldu.(İskenderun, 14.11.1918). İşgalci düşmana ilk kurşun 19 Aralık 1918’de Dörtyol’da atıldı.
Önce İngiliz ve Fransızlarca birlikte işgal edilen ve “İskenderun Sancağı” adı verilen bölge, 1919 yılında Fransızların kontrolüne geçti. Kuseyr (Altınözü), Ordu (Yayladağı) ve Amik bölgelerinde Türk çeteleri işgalci güçlerle amansız bir mücadeleye girişti. Bu mücadeleye ve Mustafa Kemal Paşa’nın çabalarına rağmen bölge, 1921 yılında Türkiye ile işgalci Fransa arasında imzalanan Ankara İtilafnamesi ile sınırlarımız dışında ve Suriye içinde kaldı.
Ama İtilafname ile özerk bir bölge haline getirilen Sancak’ta yaşayan Türklerin kültürel gelişme hakları da korundu. Bu sayede Antakya Lisesi’nde eğitim-öğretim Türkçe devam etti.
İşgale karşı sürdürdüğü mücadeleye rağmen Türkiye sınırları dışında kalan Antakya, İskenderun ve havalisinde Türkiye önce Türklerin göç yoluyla bölgeyi terk etmeleri önlenmiş, daha sonra örgütlenmelerine yardımcı olunarak kurtuluş mücadelesinin temelleri daha o zamandan atılmıştır. Bu öz Türk bölgesi Türkiye sınırları dışında kalmış, ama M. Kemal Paşa bu bölgeden asla vazgeçmemişti. 15 Mart 1923 yılında ziyaret ettiği Adana’da “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman elinde esir kalamaz” diyerek bölge halkına kurtuluş vaat etti. İşgal idaresince İskenderun Sancağı adı verilen bölge ile sonraki yıllarda sürekli olarak ve yakından ilgilendi.
1926 yılında İskenderun Sancağı’nın bağımsızlık girişimi yarıda kaldı. Ama aynı yılın ortalarında Antakya’da Türkler lehine bir gelişme sağlandı ve Genç Spor Kulübü kuruldu. Bu kulüp her yönüyle gençler için bir okul görevi yaptı.
1928 yılında Sancak’ın ilk Türkçe dergisi ve Türklerin nâşir-i efkârı olan Yeni Mecmua yayımlanmaya başladı.
Yine 1928 yılında Antakya’daki Türkler, işgal altında yaşamalarına, eğitim kurumlarında ve günlük hayatta eski harfleri kullanmak zorunda olmalarına rağmen Türkiye ile birlikte yeni Türk alfabesini öğrenmeye başladılar, bu amaçla halka yönelik, yeni harflerle Türkçe okuma-yazma kursları açtılar.
Aynı yıl Türkiye’ye paralel olarak Antakya’da da yeni harflerle okuma yazma kursları açıldı. Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü olan ve o yıl Dörtyol’a gelen Hasan Rıza Bey (Soyak), orada Fransızlar tarafından mahkûm edildiği için memleketine gidemeyen Karamürselzade Tayfur Bey (Sökmen) ile tanıştı, İskenderun Sancağı Türklerinin dertlerini anlattı ve bu hususun Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesini, kendileriyle ilgilenilmesini istedi. Konunun Cumhurreisi Mustafa Kemal Paşa’ya intikali kurtuluş sürecinin başlangıcı oldu.