Hepimiz kuluz ve kulluğumuz insanî kimliğimiz üzerine bina edilmiştir. İnsan olduğumuz için kulluk sınavına tabi tutulduğumuz gibi, Âyet-i Celile’de; “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” Mülk:2 buyurulduğu üzere ‘insan olarak hangimizin daha güzelini yapacağımız belli olsun diye’ meydana çıkarıldık. Asla meleklerle ortak değerlendirileceğimiz bir imtihanımız yoktur. Cinlerle de ortak bir alan kullanmıyoruz. Bizden aşağı yaratılmış olan hayvanlar da bizim kulluk sınavımızın ortakları değildir.
Biz sadece bize mahsus, insan kimliği üzerine kurulu bir sınav üzerinde bulunuyoruz. Beyin, göz, kulak ve mide gibi organlarla ayakta duran, rükû ve secde yapabilmesi için kaslara ihtiyacı olan, kasları ancak alacağı gıdalarla güçlenebilen birer varlıklarız.
Bir dilim ekmeğin bir secdeye, bir bardak suyun bir tesbihe, ciğerlerdeki bir nefeslik sıhhatin bir kıyama, bir alnı secdeye koymanın güzel dünyamızı gören gözlerimize karşılık geleceği denklemin üzerinde yaşamaktayız.
Ekmek ve su kadar kendimizle olduğumuz kadar, “öteki” ve “ikinci” insanlarla da beraber olmaya mahkûmuz. Ruhlarımızın yalnızlığı da çok daha hayâti bir açlıktır bizim için. Gözümüz insan görmeli, kulağımız ses duymalı ki dünyada yaşadığımızı hissedelim. Ama ruhlarımız da o insanların kadrini bilmeli, o sesleri duymalı ki, hayatın tadı ve anlamı olsun. Cami kadar eve de muhtacız. Camilerde cenneti ararız, evlerimizden camilere yürürüz de, evlerimizi cennetten bir köşe haline getirmeyi akletmeyiz çoğu zaman… Dudaklarımız hem ağlamanın ve hem de gülmenin sesini aynı anda çıkarabilecek yapıda yaratılmıştır.
Bu bizim tercihimiz değil. En güzeli yaratan, dilediğine dilediği şekli veren Rabbimizin dilemesiyle olmuştur bu yapımız. Geceyi ve gündüzü, sıcağı ve soğuğu, güzeli ve çirkini yaratmayı dilediği gibi; ağlayan ve gülen insanı da yaratmayı yine “O” dilemiştir. Hikmetini kulları bilsin ya da bilmesin en güzelini, en mükemmelini yaratandır O. O’nun yaratması yanında daha güzel bir alternatifin bulunması mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’deki Tîn Suresi’nin “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu çevirdik aşağıların en aşağısına attık.” Tîn:4-5 buyurulduğu üzere çıplak gözle bakıldığında sefih görülen ihtiyaçlarla, gözle bile görülmeyecek kadar ulvî gayeler arasındaki insanın, yaratılış maksadını gerçekleştirmesi ancak iyi bir “denge anlayışı” ile mümkündür. Cennetle dünya arasında hakiki değerine uygun bir denge, dünya nimetlerini kulluk için kullanmakla o nimetlerin esiri olarak yaşamak arasında bir denge kulluğu kavrayarak yaşamanın adıdır.
“Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü (mizanı) O koydu ki, dengeden (mizandan) sapmayasınız.” Rahmân:7-8 ve “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve denge ile yarattık.” Kamer:49 buyuran yüce Allah, kâinatta her şeyi bir ölçü ve denge ile var ettiği gibi insanların da fert aile ve toplum hayatlarında dengeli ve ölçülü olmalarını istemektedir.
Tepilmiş bir dünyadan cennete geçmek kâğıda yazılabilir, konuşurken konuşulabilir ama yaşarken uygulanmaz. Esiri olunmamış bir dünya, ayakta kalabilmek için tüketilmiş gıda, barınmak, iffeti muhafaza etmek için sahiplenilmiş ev, maişet için yürütülen ticaret, insanî ilişkiler üzerine sürdürülen akrabalık, dostluk ve arkadaşlık gibi bağlantılarımız da cennet içindir. Tıpkı cennet için dünyada bulunduğumuz gibi…
‘En güzel kıvamda’ yaratılmışlığımızla ‘esfel-i safilîn’ tehdidine muhatap olmamız arasında da böyle bir idrâk vardır. En alttaki ile en üstteki seviye arasında gel-gitlerimiz tabiidir.
Asıl gaye’de aslâ sapma olmasın; Allah için yaşamayı bilelim. Evlerimizi dünya nimetlerinin mâbedi haline getirmeyelim; dünyevi ihtiyaçlarımız için ve gerektiği kadarı ile onlarla ilgilenelim. Ticaretimiz, işimiz sürsün ama asıl maksat olan Allah’ı zikre, kulluk mücadelemize mani olmasın. Dostluklarımız, ilişkilerimiz sürsün ama insanları dinimizden, davamızdan değerli tutmayalım. Çoluk çocuğumuzla ilgilenelim, onlar için yatırımlar yapalım ama çocuklarımız Allah’tan ve O’nun dininden daha cazip olmasın. Hânelerimizde Allâh’ı ve Resûlü’nü ailece anacak ve tanıyacak saatlerimiz olsun. Elimiz kanda bile olsa, dinimize ayıracak vakitlerimiz olsun. Televizyon ve cep telefonu iktidarından ve esaretinden uzak, sevgi ve tavâzunun hâkim olduğu saatlerimiz olsun. Herkes yesin içsin ama yediğimiz içtiğimiz şeyler yüzünden bedenimizi eskitmeyelim. Şehvetlerimizi köreltmeyelim; disiplinli, helallerle yetinen sınırlarımız olsun. Gülelim ama ağlamamıza sebep olacak kahkahalarımız olmasın. Dünya bizim olsun, tümünü alalım ama kalbimize değil, kasalarımıza, ambarlarımıza girsin dünya. Kalblerimizde yalnız Allah korkusu ve O’nu razı etme duygusu olsun. O zaman cennet de bizim olur.
Biz sadece bize mahsus, insan kimliği üzerine kurulu bir sınav üzerinde bulunuyoruz. Beyin, göz, kulak ve mide gibi organlarla ayakta duran, rükû ve secde yapabilmesi için kaslara ihtiyacı olan, kasları ancak alacağı gıdalarla güçlenebilen birer varlıklarız.
Bir dilim ekmeğin bir secdeye, bir bardak suyun bir tesbihe, ciğerlerdeki bir nefeslik sıhhatin bir kıyama, bir alnı secdeye koymanın güzel dünyamızı gören gözlerimize karşılık geleceği denklemin üzerinde yaşamaktayız.
Ekmek ve su kadar kendimizle olduğumuz kadar, “öteki” ve “ikinci” insanlarla da beraber olmaya mahkûmuz. Ruhlarımızın yalnızlığı da çok daha hayâti bir açlıktır bizim için. Gözümüz insan görmeli, kulağımız ses duymalı ki dünyada yaşadığımızı hissedelim. Ama ruhlarımız da o insanların kadrini bilmeli, o sesleri duymalı ki, hayatın tadı ve anlamı olsun. Cami kadar eve de muhtacız. Camilerde cenneti ararız, evlerimizden camilere yürürüz de, evlerimizi cennetten bir köşe haline getirmeyi akletmeyiz çoğu zaman… Dudaklarımız hem ağlamanın ve hem de gülmenin sesini aynı anda çıkarabilecek yapıda yaratılmıştır.
Bu bizim tercihimiz değil. En güzeli yaratan, dilediğine dilediği şekli veren Rabbimizin dilemesiyle olmuştur bu yapımız. Geceyi ve gündüzü, sıcağı ve soğuğu, güzeli ve çirkini yaratmayı dilediği gibi; ağlayan ve gülen insanı da yaratmayı yine “O” dilemiştir. Hikmetini kulları bilsin ya da bilmesin en güzelini, en mükemmelini yaratandır O. O’nun yaratması yanında daha güzel bir alternatifin bulunması mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’deki Tîn Suresi’nin “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu çevirdik aşağıların en aşağısına attık.” Tîn:4-5 buyurulduğu üzere çıplak gözle bakıldığında sefih görülen ihtiyaçlarla, gözle bile görülmeyecek kadar ulvî gayeler arasındaki insanın, yaratılış maksadını gerçekleştirmesi ancak iyi bir “denge anlayışı” ile mümkündür. Cennetle dünya arasında hakiki değerine uygun bir denge, dünya nimetlerini kulluk için kullanmakla o nimetlerin esiri olarak yaşamak arasında bir denge kulluğu kavrayarak yaşamanın adıdır.
“Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü (mizanı) O koydu ki, dengeden (mizandan) sapmayasınız.” Rahmân:7-8 ve “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve denge ile yarattık.” Kamer:49 buyuran yüce Allah, kâinatta her şeyi bir ölçü ve denge ile var ettiği gibi insanların da fert aile ve toplum hayatlarında dengeli ve ölçülü olmalarını istemektedir.
Tepilmiş bir dünyadan cennete geçmek kâğıda yazılabilir, konuşurken konuşulabilir ama yaşarken uygulanmaz. Esiri olunmamış bir dünya, ayakta kalabilmek için tüketilmiş gıda, barınmak, iffeti muhafaza etmek için sahiplenilmiş ev, maişet için yürütülen ticaret, insanî ilişkiler üzerine sürdürülen akrabalık, dostluk ve arkadaşlık gibi bağlantılarımız da cennet içindir. Tıpkı cennet için dünyada bulunduğumuz gibi…
‘En güzel kıvamda’ yaratılmışlığımızla ‘esfel-i safilîn’ tehdidine muhatap olmamız arasında da böyle bir idrâk vardır. En alttaki ile en üstteki seviye arasında gel-gitlerimiz tabiidir.
Asıl gaye’de aslâ sapma olmasın; Allah için yaşamayı bilelim. Evlerimizi dünya nimetlerinin mâbedi haline getirmeyelim; dünyevi ihtiyaçlarımız için ve gerektiği kadarı ile onlarla ilgilenelim. Ticaretimiz, işimiz sürsün ama asıl maksat olan Allah’ı zikre, kulluk mücadelemize mani olmasın. Dostluklarımız, ilişkilerimiz sürsün ama insanları dinimizden, davamızdan değerli tutmayalım. Çoluk çocuğumuzla ilgilenelim, onlar için yatırımlar yapalım ama çocuklarımız Allah’tan ve O’nun dininden daha cazip olmasın. Hânelerimizde Allâh’ı ve Resûlü’nü ailece anacak ve tanıyacak saatlerimiz olsun. Elimiz kanda bile olsa, dinimize ayıracak vakitlerimiz olsun. Televizyon ve cep telefonu iktidarından ve esaretinden uzak, sevgi ve tavâzunun hâkim olduğu saatlerimiz olsun. Herkes yesin içsin ama yediğimiz içtiğimiz şeyler yüzünden bedenimizi eskitmeyelim. Şehvetlerimizi köreltmeyelim; disiplinli, helallerle yetinen sınırlarımız olsun. Gülelim ama ağlamamıza sebep olacak kahkahalarımız olmasın. Dünya bizim olsun, tümünü alalım ama kalbimize değil, kasalarımıza, ambarlarımıza girsin dünya. Kalblerimizde yalnız Allah korkusu ve O’nu razı etme duygusu olsun. O zaman cennet de bizim olur.