Kimi zaman hüzündür, kimi zaman neşedir ama kahve içmek başlı başına bir keyiftir. Kahve yavaş yavaş tadı çıkarılarak içilir. İçmeden köpüğünün estetik görüntüsü bir sanat eseri gibi izlenir. Sanki siyah bir tuval üzerine yağmur damlacıkları serpilmiştir. Kıpır kıpır size göz kırpar. Adeta kendi dünyasındaki lezzeti sunar insana.
Kahveden önce mutlaka biraz su içilir ki, ağız tadı başka tatlardan arınsın. Kahve yudum yudum içildikten sonra su içmek ise kahve adabına ihanet olarak kabul edilir.
Yalnız, Osmanlı döneminde, kahve içimi alışkanlığının ilk zamanlarında suyun önce mi yoksa sonra mı içilmesi gerektiği uzun tartışmalara neden olmuştur. Eve gelen konukların aç ya da tok olduğu suyun içilmesi sırasına göre değerlendirilmiştir. Konuk önce su içerse bu aç olduğunun ifadesiymiş. Ev sahibi zaman yitirmeden sofrayı hazırlarmış. Sudan önce kahveyi yudumlaması ise tok olduğunun göstergesi imiş!..
Kahve içmek bir sanattır. Pişirmesi de öyle. En lezzetli Türk kahvesi de közde pişirilendir. Öncelikle taze ve iyi çekilmiş olmalıdır. Bakır cezvede ve mümkün olduğunca az kişiye pişirilmeli ki, daha da lezzetli olsun. Kültürümüzün vazgeçilmez tatlarından biridir ve herkes ikram etmeye de, içmeye de bayılır.
Peki, halk arasında her zaman geçerliliğini koruyan “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” deyişi nereden kaynaklanmıştır ?
Vaktiyle İstanbul Yemiş İskelesi’ndeki bir kahveye bir yeniçeri girer. Sağına, soluna bakınır ve kahveciye “Herkese benden bir kahve yap ama şu kafire yapma,” diye seslenir. “Kafir” dediği İstanbul’a yük getiren bir geminin Rum kaptanıdır. Kahveci, yeniçerinin atıp tutmalarına ve tehditlerine aldırmadan ve korkmadan Rum kaptana kahvesini pişirip ikram eder.
Uzun bir zaman sonra Osmanlı ordusu bir sefere çıkar. Yeniçeri ocağına kayıtlı olan o kahveci de görevi gereği Sisam adasına gönderilir. Savaş sırasında esir düşer. O zamanlar esirler parayla satılır, alanlar da isterler ise onları öldürme hakkına sahip olurlarmış. Kahveciyi görüp tanıyan o Rum kaptan satın alır. Kahveci korkunç sonunu beklerken, onu yanına katıp götürmekte olan kaptan, “Korkma, seni tanıdım. Sen İstanbul’da Yemiş İskelesi’ndeki o kahvecisin. Yıllar önce, kötü yürekli bir yeniçeri bana kahve vermemen için tehditler savurduğu, hakaretler ettiği halde sen yine de bana kahve ikram etmiştin. Sağolasın. İşte o bir fincan kahvenin hatırı için seni serbest bırakıyorum. Git sağlıcakla,” demiş ve kahveciyi salıvermiş.
“Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı” da böylece dilimize, geleneklerimize yerleşmiş ve nesilden nesile aktarılır olmuştur.
Kahve deyip geçmeyiniz; kahve içmek bir keyiftir. Türk konukseverliğinin simgesidir. Yakınlaşma vesilesidir. Arkadaşlıktır, dostluktur. Bilgi alış verişi için güzel bir ortamın yaratıcısıdır. İnsan yalnızlığına çaredir, tesellidir. Kız isteme merasimlerinin şifreli ikramıdır. Damat adayına bol tuzlu kahve sunulur, sabır ve sosyal yatkınlık gücü test edilir.
Kahve yorgunluk alır, içeni sakinleştirir. Zihini açar, konsantrasyonu sağlar, uyku halini dağıtır. Gerektiğinde ağrı kesicidir. Anılar, günlük konular, heyecanlar, düşünceler paylaşılır.
Özellikle kadınlar arasında kahve falına baktırmak sanıldığından çok fazla yaygındır. Tanıdığınız ve güvendiğiniz hanımlara sorun, “Falcı tanır mısın?” diye, size İstanbul’un en ücra köşesindeki falcı telefonunu vereceğinden hiç şüpheniz olmasın…
Altmış yıla yakın iş hayatımda, ticari ilişkilerimde kahve ikramının çok önemli yeri olduğunu gördüm. İsveçli, İngiliz, Alman, Belçikalı, Avusturyalı, Yunan, İtalyan, ABD’li ve daha pek çok milletten iş adamı ve yöneticilerle görüştüm, iş yaptım. Uzun toplantıları paylaştık. Ortadoğulu konuklarımızla yaptığımız toplantılarda “Kahve” hep alışılmış, bilinen bir ikram olarak düşünüldü. Batılılarla ise kahve özel bir merak ve sohbet konusu oldu. Paylaşılan bir fincan kahve sonrası iş ilişkileri dostluk ilişkilerine dönüştü.
Kurulan bu dostluklarda, Eyüp sırtlarındaki Pierre Loti kahvesi hemen hemen her zaman gündeme gelmiştir. Görmeyenlere, Haliç tepelerinden kuş bakışı manzaranın doyumsuz güzelliklerini anlatırım. Bu manzaranın yalnızca 19. Yüzyılda İstanbul’da yaşamış olan Yazar-şair Pierre Loti’yi değil, İstanbul’a gelen tüm yabancı sanatçıları ve turistleri hayran bıraktığı bir gerçek.
Bir gün Boğaz gezisinden dönerken Kandilli’ye uğrayan Loti’nin kendisini tanıyanların ısrarı üzerine verdiği kahve molası sırasında söylediği “Dünyada şükran duygusunu bu kadar derinden duyan hangi ulus vardır?” sözleri edebiyat tarihindeki yerini almıştır. Katip Çelebi’nin, kahve için “Keyif erbabının keyiflerini arttırır, cana can katar,” deyişi de aklımız gelen bir başka kahve methiyesidir.
Kahve nasıl ki dostluklar için bir kıvılcımdır, yukarıdaki örneklerden yola çıkarak pek çok sanatçının hayatının da ayrılmaz parçasıdır. Kahvehaneler de nice ressamın tuvalini süslemiş, yazar ve şairin satırlarında unutulmaz yerini almıştır.
Kahve gerçek bir dost gibidir. Özünde insan sevgisi vardır. Keyifle içilen bir fincan kahve damakta hep o tadı bırakır, kalpte de insan sevgisi...
Boşuna söylenmemiş; Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.
Kahveden önce mutlaka biraz su içilir ki, ağız tadı başka tatlardan arınsın. Kahve yudum yudum içildikten sonra su içmek ise kahve adabına ihanet olarak kabul edilir.
Yalnız, Osmanlı döneminde, kahve içimi alışkanlığının ilk zamanlarında suyun önce mi yoksa sonra mı içilmesi gerektiği uzun tartışmalara neden olmuştur. Eve gelen konukların aç ya da tok olduğu suyun içilmesi sırasına göre değerlendirilmiştir. Konuk önce su içerse bu aç olduğunun ifadesiymiş. Ev sahibi zaman yitirmeden sofrayı hazırlarmış. Sudan önce kahveyi yudumlaması ise tok olduğunun göstergesi imiş!..
Kahve içmek bir sanattır. Pişirmesi de öyle. En lezzetli Türk kahvesi de közde pişirilendir. Öncelikle taze ve iyi çekilmiş olmalıdır. Bakır cezvede ve mümkün olduğunca az kişiye pişirilmeli ki, daha da lezzetli olsun. Kültürümüzün vazgeçilmez tatlarından biridir ve herkes ikram etmeye de, içmeye de bayılır.
Peki, halk arasında her zaman geçerliliğini koruyan “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” deyişi nereden kaynaklanmıştır ?
Vaktiyle İstanbul Yemiş İskelesi’ndeki bir kahveye bir yeniçeri girer. Sağına, soluna bakınır ve kahveciye “Herkese benden bir kahve yap ama şu kafire yapma,” diye seslenir. “Kafir” dediği İstanbul’a yük getiren bir geminin Rum kaptanıdır. Kahveci, yeniçerinin atıp tutmalarına ve tehditlerine aldırmadan ve korkmadan Rum kaptana kahvesini pişirip ikram eder.
Uzun bir zaman sonra Osmanlı ordusu bir sefere çıkar. Yeniçeri ocağına kayıtlı olan o kahveci de görevi gereği Sisam adasına gönderilir. Savaş sırasında esir düşer. O zamanlar esirler parayla satılır, alanlar da isterler ise onları öldürme hakkına sahip olurlarmış. Kahveciyi görüp tanıyan o Rum kaptan satın alır. Kahveci korkunç sonunu beklerken, onu yanına katıp götürmekte olan kaptan, “Korkma, seni tanıdım. Sen İstanbul’da Yemiş İskelesi’ndeki o kahvecisin. Yıllar önce, kötü yürekli bir yeniçeri bana kahve vermemen için tehditler savurduğu, hakaretler ettiği halde sen yine de bana kahve ikram etmiştin. Sağolasın. İşte o bir fincan kahvenin hatırı için seni serbest bırakıyorum. Git sağlıcakla,” demiş ve kahveciyi salıvermiş.
“Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı” da böylece dilimize, geleneklerimize yerleşmiş ve nesilden nesile aktarılır olmuştur.
Kahve deyip geçmeyiniz; kahve içmek bir keyiftir. Türk konukseverliğinin simgesidir. Yakınlaşma vesilesidir. Arkadaşlıktır, dostluktur. Bilgi alış verişi için güzel bir ortamın yaratıcısıdır. İnsan yalnızlığına çaredir, tesellidir. Kız isteme merasimlerinin şifreli ikramıdır. Damat adayına bol tuzlu kahve sunulur, sabır ve sosyal yatkınlık gücü test edilir.
Kahve yorgunluk alır, içeni sakinleştirir. Zihini açar, konsantrasyonu sağlar, uyku halini dağıtır. Gerektiğinde ağrı kesicidir. Anılar, günlük konular, heyecanlar, düşünceler paylaşılır.
Özellikle kadınlar arasında kahve falına baktırmak sanıldığından çok fazla yaygındır. Tanıdığınız ve güvendiğiniz hanımlara sorun, “Falcı tanır mısın?” diye, size İstanbul’un en ücra köşesindeki falcı telefonunu vereceğinden hiç şüpheniz olmasın…
Altmış yıla yakın iş hayatımda, ticari ilişkilerimde kahve ikramının çok önemli yeri olduğunu gördüm. İsveçli, İngiliz, Alman, Belçikalı, Avusturyalı, Yunan, İtalyan, ABD’li ve daha pek çok milletten iş adamı ve yöneticilerle görüştüm, iş yaptım. Uzun toplantıları paylaştık. Ortadoğulu konuklarımızla yaptığımız toplantılarda “Kahve” hep alışılmış, bilinen bir ikram olarak düşünüldü. Batılılarla ise kahve özel bir merak ve sohbet konusu oldu. Paylaşılan bir fincan kahve sonrası iş ilişkileri dostluk ilişkilerine dönüştü.
Kurulan bu dostluklarda, Eyüp sırtlarındaki Pierre Loti kahvesi hemen hemen her zaman gündeme gelmiştir. Görmeyenlere, Haliç tepelerinden kuş bakışı manzaranın doyumsuz güzelliklerini anlatırım. Bu manzaranın yalnızca 19. Yüzyılda İstanbul’da yaşamış olan Yazar-şair Pierre Loti’yi değil, İstanbul’a gelen tüm yabancı sanatçıları ve turistleri hayran bıraktığı bir gerçek.
Bir gün Boğaz gezisinden dönerken Kandilli’ye uğrayan Loti’nin kendisini tanıyanların ısrarı üzerine verdiği kahve molası sırasında söylediği “Dünyada şükran duygusunu bu kadar derinden duyan hangi ulus vardır?” sözleri edebiyat tarihindeki yerini almıştır. Katip Çelebi’nin, kahve için “Keyif erbabının keyiflerini arttırır, cana can katar,” deyişi de aklımız gelen bir başka kahve methiyesidir.
Kahve nasıl ki dostluklar için bir kıvılcımdır, yukarıdaki örneklerden yola çıkarak pek çok sanatçının hayatının da ayrılmaz parçasıdır. Kahvehaneler de nice ressamın tuvalini süslemiş, yazar ve şairin satırlarında unutulmaz yerini almıştır.
Kahve gerçek bir dost gibidir. Özünde insan sevgisi vardır. Keyifle içilen bir fincan kahve damakta hep o tadı bırakır, kalpte de insan sevgisi...
Boşuna söylenmemiş; Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.