Biz bir virüse meftun olmuşuz; onun adı da benlik virüsü! Nasıl oldu? Dünya bizi uyuşturdu, bizi narkoz etti. Hâlbuki benlik virüsüne karşı İslam dininin müthiş bir ahlakı var; kendimiz şiddetli ihtiyaç içinde olsak da kardeşlerimizin iyiliğini, ihtiyaçlarını tercih etmek, kardeşlerimizin acısını kendi acımızdan önemli görmek gibi.
Özverinin ve fedakârlığın zirvesinde bulunan Hz. Ebu Bekir (r.a); “Başkalarının acısını dindirmek için acı çekmek hakiki cömertliktir” buyuyor. Nefsi fedanın zirvesi de Ehl-i Beyt-i Muhammed Mustafa ve Ashâb-ı Kirâm’da tezahür etmiştir. Onlar hep bir ağızdan, cân-ü dilden, “Anam, babam, çocuk, mal, mülk, makam ve canım fedâ Yâ Resûlullah!” demişlerdir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Azîm’de buyurmuştur, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evladır.” (Ahzâb:6) Îmânımız, bizler Efendimiz (sav)’i nefislerimizden daha çok sevmedikçe kemâle ermez. Dünyaya kul-köle olduk. Nasıl mı? Çünkü artık iç mücadelemizi yapmıyoruz. Allah c.c zahmetsiz rahmet vermez. Her şeyi bedava zannediyoruz. Böylece oruç tutarken oruç tutmuyoruz. Zekât verirken zekât vermiyoruz. Hacca giderken Hacca gitmiyoruz. Namaz kılarken namaz kılmıyoruz. Ne yazık ki, adam olamadık ve dünyada huzur bırakmadık.
Hâlbuki İslâm dini, güzelliği, evrenselliği ve herkesi kucaklayan sınırsız aşkı öğretiyor. İslam dini sevgi dinidir. İnsanlar arasında milliyet, ırk, topluluk, mevki, ülke ayrımı yapmaz. Ne yazık ki, cihad edemedik. Hâlbuki Allah adına savaşçı olmak, bizim borcumuz çünkü biz Rahmeten-lil’ âleminin halifesiyiz. O’nun yolunda mücadele etme, cihada girme borcumuz var. O’nun Ümmeti olamadık. Hâlbuki tevhid dinine inananlar tek bir aile, tek bir topluluk, tek bir vücutturlar. Hepimiz, tevhid temsilcileri olan Hz. Âdem’in torunları, Hâbil’in çocuklarıyız. Bizler kulluk sorumluluğunu taşıyoruz, bizler meleklerin secde ettiği mahlûklarız. Kâinatın mimarının tevhid evinin temelini atan İbrahim’in torunlarıyız. Ne yazık ki, Hz. Hüseyin ve Hz. Hamza’nın, mübarek kanlarının dökülerek şehid edilmelerinin anlamını idrak edemedik. Merdane bir şekilde canlarını feda etmelerindeki yüce gönüllülüğü fark edemedik. Onun yerine, hayvani bir gafletle, kendimizi canlı bomba olarak kalabalık pazar yerlerine sürüp masum sivil halkı katlederek cennete sorgusuz sualsiz girebileceğimize inandık. Hangi mükellefiyetimizi yerine getiremiyoruz ki, bu bombalar İslam âlemine düşüyor?
İslam âleminin başı dertte; Rabbinden yalnızca ümmetine yakınlık dileyen, ümmeti için hidayet, rahmet ve mağfiret dileyen âlemlere rahmet olarak gönderilen O Zatı örnek almıyoruz! Hâlbuki Rahmeten-lil’ âleminin dinindeyiz. Yüce Rabbimiz Habibi Hz. Muhammed (s.a.v)’i tek bir amaçla göndermiştir; âlemlere rahmet olması için! Müslümanlar Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in ahlakını kendileri içen rehber olarak görmüyor artık, onun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. Tam tersine; yozlaşmanın, suistimalin, sahtekârlığın, adaletsizliğin, sömürünün, saldırganlığın, zulüm, terör, fesadın olduğu bir zamana şahit oluyoruz. Böylece Âlemlerin Rabbi’yle ve Âlemlere Rahmet’le kurbiyet halinde olma hazinesi elden gitmiş oluyor. Bu kayıp, hayatımızda saklı olan muhabbet madenlerinin ebediyen örtük kalması ve insaniyete erememe anlamına geliyor.
Modern toplumlardaki insanların eski nesillere kıyasla çok daha büyük bir cehâlet batağında olduklarını, Allah’ın ve Habîbinin mânevi feyiz ve bereketlerinden çok daha kopuk ve mahrum olduklarını müşahede ediyoruz. Bu hal Âlemlerin Rahmeti (s.a.v.) tarafından bizlere çok önceden haber verilmiştir: “Sizden evvelkilerin yolundan karış karış santim santim gideceksiniz, öyle ki onlar zehirli bir sürüngenin oyuğuna girse, onların peşinden gideceksiniz.” Günümüzde birbirimiz ile korkunç bir uzaklık, bir kopuşma var. Sanki Kur’an-ı-Kerîm’de ki âyet; “İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” ı (Abese, 34-37) yaşıyoruz.
Özverinin ve fedakârlığın zirvesinde bulunan Hz. Ebu Bekir (r.a); “Başkalarının acısını dindirmek için acı çekmek hakiki cömertliktir” buyuyor. Nefsi fedanın zirvesi de Ehl-i Beyt-i Muhammed Mustafa ve Ashâb-ı Kirâm’da tezahür etmiştir. Onlar hep bir ağızdan, cân-ü dilden, “Anam, babam, çocuk, mal, mülk, makam ve canım fedâ Yâ Resûlullah!” demişlerdir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Azîm’de buyurmuştur, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evladır.” (Ahzâb:6) Îmânımız, bizler Efendimiz (sav)’i nefislerimizden daha çok sevmedikçe kemâle ermez. Dünyaya kul-köle olduk. Nasıl mı? Çünkü artık iç mücadelemizi yapmıyoruz. Allah c.c zahmetsiz rahmet vermez. Her şeyi bedava zannediyoruz. Böylece oruç tutarken oruç tutmuyoruz. Zekât verirken zekât vermiyoruz. Hacca giderken Hacca gitmiyoruz. Namaz kılarken namaz kılmıyoruz. Ne yazık ki, adam olamadık ve dünyada huzur bırakmadık.
Hâlbuki İslâm dini, güzelliği, evrenselliği ve herkesi kucaklayan sınırsız aşkı öğretiyor. İslam dini sevgi dinidir. İnsanlar arasında milliyet, ırk, topluluk, mevki, ülke ayrımı yapmaz. Ne yazık ki, cihad edemedik. Hâlbuki Allah adına savaşçı olmak, bizim borcumuz çünkü biz Rahmeten-lil’ âleminin halifesiyiz. O’nun yolunda mücadele etme, cihada girme borcumuz var. O’nun Ümmeti olamadık. Hâlbuki tevhid dinine inananlar tek bir aile, tek bir topluluk, tek bir vücutturlar. Hepimiz, tevhid temsilcileri olan Hz. Âdem’in torunları, Hâbil’in çocuklarıyız. Bizler kulluk sorumluluğunu taşıyoruz, bizler meleklerin secde ettiği mahlûklarız. Kâinatın mimarının tevhid evinin temelini atan İbrahim’in torunlarıyız. Ne yazık ki, Hz. Hüseyin ve Hz. Hamza’nın, mübarek kanlarının dökülerek şehid edilmelerinin anlamını idrak edemedik. Merdane bir şekilde canlarını feda etmelerindeki yüce gönüllülüğü fark edemedik. Onun yerine, hayvani bir gafletle, kendimizi canlı bomba olarak kalabalık pazar yerlerine sürüp masum sivil halkı katlederek cennete sorgusuz sualsiz girebileceğimize inandık. Hangi mükellefiyetimizi yerine getiremiyoruz ki, bu bombalar İslam âlemine düşüyor?
İslam âleminin başı dertte; Rabbinden yalnızca ümmetine yakınlık dileyen, ümmeti için hidayet, rahmet ve mağfiret dileyen âlemlere rahmet olarak gönderilen O Zatı örnek almıyoruz! Hâlbuki Rahmeten-lil’ âleminin dinindeyiz. Yüce Rabbimiz Habibi Hz. Muhammed (s.a.v)’i tek bir amaçla göndermiştir; âlemlere rahmet olması için! Müslümanlar Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in ahlakını kendileri içen rehber olarak görmüyor artık, onun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. Tam tersine; yozlaşmanın, suistimalin, sahtekârlığın, adaletsizliğin, sömürünün, saldırganlığın, zulüm, terör, fesadın olduğu bir zamana şahit oluyoruz. Böylece Âlemlerin Rabbi’yle ve Âlemlere Rahmet’le kurbiyet halinde olma hazinesi elden gitmiş oluyor. Bu kayıp, hayatımızda saklı olan muhabbet madenlerinin ebediyen örtük kalması ve insaniyete erememe anlamına geliyor.
Modern toplumlardaki insanların eski nesillere kıyasla çok daha büyük bir cehâlet batağında olduklarını, Allah’ın ve Habîbinin mânevi feyiz ve bereketlerinden çok daha kopuk ve mahrum olduklarını müşahede ediyoruz. Bu hal Âlemlerin Rahmeti (s.a.v.) tarafından bizlere çok önceden haber verilmiştir: “Sizden evvelkilerin yolundan karış karış santim santim gideceksiniz, öyle ki onlar zehirli bir sürüngenin oyuğuna girse, onların peşinden gideceksiniz.” Günümüzde birbirimiz ile korkunç bir uzaklık, bir kopuşma var. Sanki Kur’an-ı-Kerîm’de ki âyet; “İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” ı (Abese, 34-37) yaşıyoruz.