Hz. Peygamber (s.a.v), geçmişten-geleceğe bu dünyanın gördüğü en büyük ve en mükemmel ahlâk öğretmenidir.
O ki insanlığa, Allâh’ın lütfu sayesinde iman, ibadet ve muâmelâta dair ne varsa öğrettiği gibi, ahlâk hususunda da en güzel davranışları sergilemiş ve öğütlemiştir.
İnsandan sâdır olan ve -iyi olsun, kötü olsun- tüm özgür iradesiyle ortaya koyduğu davranışlar bütününe ahlâk diyoruz. Ve bu durumu biz, ahlâk iyi olursa “ahlâk-ı hamide” kötü olursa “ahlâk-ı seyyie” şeklinde tarif ediyoruz.
İslâm nurunun dünyamızı aydınlatmasından evvelki durumuna baktığımız zaman görürüz ki, toplumların inançlar konusundaki fesâdı, ahlâka da yansımıştır. Hatta öyle ki sadece idareciler ve zenginler değil, insanların medet umduğu din büyükleri dahi dünyanın ihtiraslarına dalmış, hak ve hakikat yolundan sapmışlardır. İnsanların dertlerine çare olmak şöyle dursun, bir musibet gibi toplumların başına belâ olmuşlardır. Halklarına çeşitli vaadlerle kurtuluş vadedip paralarını toplarken, onların yoksulluğuna aldırış etmemişler ve kendileri rahat içerisinde her türlü ahlâksızlığı sergilerken, halklarını da batıl inançlarla Allâh’u Zülcelâl’den uzaklaştırmışlardır.
Câhiliyye çağının Arap Yarımadası’ndaki durum ise yukarıda bahsedilenden daha iç açıcı değildir. Burada ahlâk ve fazilete dair her ne kadar bazı cömertlik, yiğitlik, sadâkat ve vefa gibi güzel hasletler bazı asil insanlarda bulunsa da, itikaddaki bozukluğun ve cehâletin topluma olan te’siri, az da olsa mevcut olan faziletin galebe çalmasına hep engel olmuş, fırsat vermemiştir.
Bu tuğyân sebebiyle hatta denebilir ki, iyi ve fazilet sahibi insanların yaptıkları güzel işlerin neticesi bile bir ahlaksızlığa dönüşebiliyordu. Hidâyete erdikten sonra, zaman zaman sahabe-i kiram ile geçmişe dair anılarını anlatan Hz. Ömer, helvadan yaptıkları putları acıkınca yemelerini anlatırken, nasıl bir akıl tutulması yaşadıklarını soran bir sahâbiye Hz. Ömer’in cevabı: “Aklımız vardı ama hidâyetimiz yoktu” şeklinde verdiği cevap çok mânidardır.
Demek ki hidayet olmadan tek başına akıl da insanı doğruya götürme ve güzel işler yaptırma konusunda yeterli olmuyor. Tek başına akıl insana yetseydi, dünyadaki bütün insanlar aynı yönde ve yolda birleşirdi. Baksanıza herkes bir yol tutmuş gidiyor. Eğri mi, doğru mu buna Rabbimizin vahy yoluyla bildirdiği hidâyet esasları karar veriyor. Bizleri hidâyete eriştirip ayaklarımızı hidâyette sabit kılan âlemlerin Rabbi Allâh’a (c.c.) hamdolsun.
Kuşkusuz peygamberlerin gönderilişindeki hikmet, onların insanlar için iyi birer örnek ve terbiyeci olmalarında saklıdır. Bu yüzden Kur’an peygamberimizi “üsve-i hasene” en güzel örnekleri kendi zatında ve hayatında barındıran nümûne insan anlamında tarif ediyor. Peygamberler, hal ve hareketleriyle insanları, iyiliğe, güzele, doğruya ve en hayırlı olana çağırırlar. Yine getirdikleri azap ve mükâfat haberleriyle de kötülükten sakındırma hususunda rehberlik ederler.
“Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resûlullah (Allah’ın Elçisi) en güzel örnektir.” (Ahzâb: 33/21)
Dünyaya gelişinin ve yaşamanın ulvi bir gayeye ma’tuf olduğunu bilen bir Müslüman şu mübarek ayet-i celile’nin hitabından ne anlamalıdır? Uzunca sözlerle lafı dolandırmanın bir manası var mıdır? İşte apaçık beyyine karşınızda ve sizin aranızdadır. “Ey inananlar! And olsun ki, içinizden sizin sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe: 9/128) beyanıyla onun nasıl bir hüviyete sahip olduğu, ne ölçüde bir merhamet âbidesi olarak karşımızda durduğu Rabbimizin sözüyle ispatlanmıştır. Mü’minlere düşen ise; “Allah ve Peygamber’i bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygamber’e başkaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzâb:33/36) hitabının yüklediği sorumluluğun farkına varıp, hayatını anlamlandıran örnek ve önder Peygamber’in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve o şuur ve sebât ile bir ömür huzura ermektir.
Bu gün dünden daha çok Hz. Peygamber ile birlikte olmaya, onu anmaya, anlamaya, onunla yaşamaya ve onun “birlikte yaşama ahlâkını” ve ilkelerini öğrenmeye ihtiyacımız var. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiği zaman, etrafını çevreleyen şiddet sarmalından kurtulabilecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlâkını yeniden yaşanır hale getirmekle mümkün olacaktır.
Bunun yolu da “Ahlâk ve edeb öğretmeni, ihlâs ve samimiyet elçisi, hayatın anlamı ve cennetin müjdecisi” Resûl-i Kibriyâ’nın getirdiklerini hazmetmekten geçiyor. Zira nefis putu ferman dinlemiyor ve öyle kolay dizginlenemiyor.
O ki insanlığa, Allâh’ın lütfu sayesinde iman, ibadet ve muâmelâta dair ne varsa öğrettiği gibi, ahlâk hususunda da en güzel davranışları sergilemiş ve öğütlemiştir.
İnsandan sâdır olan ve -iyi olsun, kötü olsun- tüm özgür iradesiyle ortaya koyduğu davranışlar bütününe ahlâk diyoruz. Ve bu durumu biz, ahlâk iyi olursa “ahlâk-ı hamide” kötü olursa “ahlâk-ı seyyie” şeklinde tarif ediyoruz.
İslâm nurunun dünyamızı aydınlatmasından evvelki durumuna baktığımız zaman görürüz ki, toplumların inançlar konusundaki fesâdı, ahlâka da yansımıştır. Hatta öyle ki sadece idareciler ve zenginler değil, insanların medet umduğu din büyükleri dahi dünyanın ihtiraslarına dalmış, hak ve hakikat yolundan sapmışlardır. İnsanların dertlerine çare olmak şöyle dursun, bir musibet gibi toplumların başına belâ olmuşlardır. Halklarına çeşitli vaadlerle kurtuluş vadedip paralarını toplarken, onların yoksulluğuna aldırış etmemişler ve kendileri rahat içerisinde her türlü ahlâksızlığı sergilerken, halklarını da batıl inançlarla Allâh’u Zülcelâl’den uzaklaştırmışlardır.
Câhiliyye çağının Arap Yarımadası’ndaki durum ise yukarıda bahsedilenden daha iç açıcı değildir. Burada ahlâk ve fazilete dair her ne kadar bazı cömertlik, yiğitlik, sadâkat ve vefa gibi güzel hasletler bazı asil insanlarda bulunsa da, itikaddaki bozukluğun ve cehâletin topluma olan te’siri, az da olsa mevcut olan faziletin galebe çalmasına hep engel olmuş, fırsat vermemiştir.
Bu tuğyân sebebiyle hatta denebilir ki, iyi ve fazilet sahibi insanların yaptıkları güzel işlerin neticesi bile bir ahlaksızlığa dönüşebiliyordu. Hidâyete erdikten sonra, zaman zaman sahabe-i kiram ile geçmişe dair anılarını anlatan Hz. Ömer, helvadan yaptıkları putları acıkınca yemelerini anlatırken, nasıl bir akıl tutulması yaşadıklarını soran bir sahâbiye Hz. Ömer’in cevabı: “Aklımız vardı ama hidâyetimiz yoktu” şeklinde verdiği cevap çok mânidardır.
Demek ki hidayet olmadan tek başına akıl da insanı doğruya götürme ve güzel işler yaptırma konusunda yeterli olmuyor. Tek başına akıl insana yetseydi, dünyadaki bütün insanlar aynı yönde ve yolda birleşirdi. Baksanıza herkes bir yol tutmuş gidiyor. Eğri mi, doğru mu buna Rabbimizin vahy yoluyla bildirdiği hidâyet esasları karar veriyor. Bizleri hidâyete eriştirip ayaklarımızı hidâyette sabit kılan âlemlerin Rabbi Allâh’a (c.c.) hamdolsun.
Kuşkusuz peygamberlerin gönderilişindeki hikmet, onların insanlar için iyi birer örnek ve terbiyeci olmalarında saklıdır. Bu yüzden Kur’an peygamberimizi “üsve-i hasene” en güzel örnekleri kendi zatında ve hayatında barındıran nümûne insan anlamında tarif ediyor. Peygamberler, hal ve hareketleriyle insanları, iyiliğe, güzele, doğruya ve en hayırlı olana çağırırlar. Yine getirdikleri azap ve mükâfat haberleriyle de kötülükten sakındırma hususunda rehberlik ederler.
“Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resûlullah (Allah’ın Elçisi) en güzel örnektir.” (Ahzâb: 33/21)
Dünyaya gelişinin ve yaşamanın ulvi bir gayeye ma’tuf olduğunu bilen bir Müslüman şu mübarek ayet-i celile’nin hitabından ne anlamalıdır? Uzunca sözlerle lafı dolandırmanın bir manası var mıdır? İşte apaçık beyyine karşınızda ve sizin aranızdadır. “Ey inananlar! And olsun ki, içinizden sizin sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe: 9/128) beyanıyla onun nasıl bir hüviyete sahip olduğu, ne ölçüde bir merhamet âbidesi olarak karşımızda durduğu Rabbimizin sözüyle ispatlanmıştır. Mü’minlere düşen ise; “Allah ve Peygamber’i bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygamber’e başkaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzâb:33/36) hitabının yüklediği sorumluluğun farkına varıp, hayatını anlamlandıran örnek ve önder Peygamber’in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve o şuur ve sebât ile bir ömür huzura ermektir.
Bu gün dünden daha çok Hz. Peygamber ile birlikte olmaya, onu anmaya, anlamaya, onunla yaşamaya ve onun “birlikte yaşama ahlâkını” ve ilkelerini öğrenmeye ihtiyacımız var. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiği zaman, etrafını çevreleyen şiddet sarmalından kurtulabilecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlâkını yeniden yaşanır hale getirmekle mümkün olacaktır.
Bunun yolu da “Ahlâk ve edeb öğretmeni, ihlâs ve samimiyet elçisi, hayatın anlamı ve cennetin müjdecisi” Resûl-i Kibriyâ’nın getirdiklerini hazmetmekten geçiyor. Zira nefis putu ferman dinlemiyor ve öyle kolay dizginlenemiyor.