Victor Hugo’nun çok sevdiğim bir sözü var: “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır” diyor. Doğru bir söz gerçekten, ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim; burada iyi olmakla kastedilen “toplum nazarında iyi kabul edilmek” olmalı… Yoksa adil olmayan bir iyiliğin gerçekte iyilik olduğunu söyleyemeyiz.
İyi olmak ya da toplum nazarında iyi kabul edilmek kolaydır elbette. Hiçbir risk almayı gerektirmez. Bir iki güler yüz ya da gözyaşı, karşındakini takdir etmek ya da popülist davranarak kalabalıkların hoşuna gidecek söylem ve eylemlerde bulunmak yeterlidir. Doğru olmak ön şart değildir çoğu zaman çünkü insanların “iyi” kriterleri arasında doğruluk genellikle alt sıralardadır.
Adalet ise en başta “doğru” olmayı gerektirir. Gerektiğinde risk almayı hatta doğruluk adına kötü olmayı göze almaktır. En yakınlarının, sevdiklerinin aleyhine; düşmanının lehine karar verebilmektir kimi zaman… Aşağıdaki ayet tam da bu konuyu vurgulamaktadır.
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide suresi, 8. Ayet)
Bu ayeti yorumlarken, dikkate alınması gereken çok önemli bir husus olduğu kanaatindeyim. Ayete göre adaletli olmak “Farz”dır. Allah, inanan herkese adaletli olmayı emretmiştir.
Neden bunu vurguluyorum? Tabii ki ayet çok net, adaletin bir emir ve farz olduğu da çok açıktır. Ancak bu açıklığı bile göz ardı edecek bir zihniyet içindeyiz çoğumuz. Söz konusu olan kalıplar ve şekiller olduğunda çok katıyız. Kalıplar konusunda “şu farzdır” dediğimizde sanki ağzımızdan on tane farz çıkar. Çevremize, çocuklarımıza defalarca vurgularız, ezberletiriz. Böyle davrandıkça kendimizi daha imanlı hissederiz, ruhani bir havaya gireriz.
Ancak konu ahlak olduğunda, benzer bir hassasiyet içinde olmayız. Konu kural ve kalıplar olunca olaylara Allah açısından, konu ahlak olunca kendimiz açısından bakarız. Örneğin, biri oruçluyken yanlışlıkla biraz su içtiyse, o kişi Allah’a karşı sorumlu kabul edilir. Günah işlemiştir, cezası da pek ağırdır. Kefaret amacıyla, altmış bir gün daha oruç tutması istenir. Bu ne denli ağır bir cezadır! Ramazan ayında toplam oruç zaten otuz gündür. Bir kişi bir gün oruç bozdu diye ramazan ayında tutması gerekenin iki katı kadar ceza uygulanır. Üstelik bunun hiçbir sağlam kanıtı yoktur.
Benzer bir hassasiyetin ahlak açısından uygulandığını gördünüz mü? Örneğin, Kur’an’da apaçık şekilde sözünde durmayanların cezasının üç gün oruç tutmak olduğu yazar. Yani eğer biri sözünde durmadıysa onun için üç gün oruç tutmak FARZdır. Bir gün oruç tutmayan kişiye uygulanan 61 gün oruç cezası, Kur’an’ın hiçbir yerinde geçmemesine rağmen, herkes tarafından bilinir, birbirlerine hatırlatılır bir korku hegemonyası oluşturulur. Peki neden konu “sözünde durmaya” gelince böyle olmaz?
Yukarıda da bahsettiğim gibi, konu kalıp ve şekiller olduğunda olaya Allah açısından, konu ahlak olduğunda olaya kendimiz açısından bakarız. Buradaki örnekte olduğu gibi, eğer biri Ramazan ayında kaza ile orucu bozduysa bu konu kalıpsal bir konudur. Bu kişi Allah’a karşı sorumlu kabul edilir. Ancak biri sözünde durmadıysa hassasiyet şu noktada başlar: Kime karşı sözünde durmadı? Bize söz verdi ve sözünden caydıysa kabahatlidir. Nasıl biri bize söz verir ve sözünde durmaz? Görüldüğü gibi burada anahtar kelime “biz ya da ben” sözcüğüdür. Eğer başkasına karşı sözünde durmadıysa, bu çok da önemli değildir. Kim bilir hangi mazereti vardır, normaldir.
Konu ahlak olduğunda olaya Allah açısından değil, kişisel bakarız. Biri bize yalan söylediyse kötüdür. Bizi kandırdıysa kötüdür. Bize karşı kibirlendiyse kötüdür. Bize karşı dürüst olmadıysa kötüdür. Bize haksızlık yaptıysa kötüdür. Bizimle alay ettiyse kötüdür. Ancak bunlar bir başkasına yapıldıysa çok da önemli değildir, hatta bazen gülüp geçilebilir bile.
İyi olmak ya da toplum nazarında iyi kabul edilmek kolaydır elbette. Hiçbir risk almayı gerektirmez. Bir iki güler yüz ya da gözyaşı, karşındakini takdir etmek ya da popülist davranarak kalabalıkların hoşuna gidecek söylem ve eylemlerde bulunmak yeterlidir. Doğru olmak ön şart değildir çoğu zaman çünkü insanların “iyi” kriterleri arasında doğruluk genellikle alt sıralardadır.
Adalet ise en başta “doğru” olmayı gerektirir. Gerektiğinde risk almayı hatta doğruluk adına kötü olmayı göze almaktır. En yakınlarının, sevdiklerinin aleyhine; düşmanının lehine karar verebilmektir kimi zaman… Aşağıdaki ayet tam da bu konuyu vurgulamaktadır.
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide suresi, 8. Ayet)
Bu ayeti yorumlarken, dikkate alınması gereken çok önemli bir husus olduğu kanaatindeyim. Ayete göre adaletli olmak “Farz”dır. Allah, inanan herkese adaletli olmayı emretmiştir.
Neden bunu vurguluyorum? Tabii ki ayet çok net, adaletin bir emir ve farz olduğu da çok açıktır. Ancak bu açıklığı bile göz ardı edecek bir zihniyet içindeyiz çoğumuz. Söz konusu olan kalıplar ve şekiller olduğunda çok katıyız. Kalıplar konusunda “şu farzdır” dediğimizde sanki ağzımızdan on tane farz çıkar. Çevremize, çocuklarımıza defalarca vurgularız, ezberletiriz. Böyle davrandıkça kendimizi daha imanlı hissederiz, ruhani bir havaya gireriz.
Ancak konu ahlak olduğunda, benzer bir hassasiyet içinde olmayız. Konu kural ve kalıplar olunca olaylara Allah açısından, konu ahlak olunca kendimiz açısından bakarız. Örneğin, biri oruçluyken yanlışlıkla biraz su içtiyse, o kişi Allah’a karşı sorumlu kabul edilir. Günah işlemiştir, cezası da pek ağırdır. Kefaret amacıyla, altmış bir gün daha oruç tutması istenir. Bu ne denli ağır bir cezadır! Ramazan ayında toplam oruç zaten otuz gündür. Bir kişi bir gün oruç bozdu diye ramazan ayında tutması gerekenin iki katı kadar ceza uygulanır. Üstelik bunun hiçbir sağlam kanıtı yoktur.
Benzer bir hassasiyetin ahlak açısından uygulandığını gördünüz mü? Örneğin, Kur’an’da apaçık şekilde sözünde durmayanların cezasının üç gün oruç tutmak olduğu yazar. Yani eğer biri sözünde durmadıysa onun için üç gün oruç tutmak FARZdır. Bir gün oruç tutmayan kişiye uygulanan 61 gün oruç cezası, Kur’an’ın hiçbir yerinde geçmemesine rağmen, herkes tarafından bilinir, birbirlerine hatırlatılır bir korku hegemonyası oluşturulur. Peki neden konu “sözünde durmaya” gelince böyle olmaz?
Yukarıda da bahsettiğim gibi, konu kalıp ve şekiller olduğunda olaya Allah açısından, konu ahlak olduğunda olaya kendimiz açısından bakarız. Buradaki örnekte olduğu gibi, eğer biri Ramazan ayında kaza ile orucu bozduysa bu konu kalıpsal bir konudur. Bu kişi Allah’a karşı sorumlu kabul edilir. Ancak biri sözünde durmadıysa hassasiyet şu noktada başlar: Kime karşı sözünde durmadı? Bize söz verdi ve sözünden caydıysa kabahatlidir. Nasıl biri bize söz verir ve sözünde durmaz? Görüldüğü gibi burada anahtar kelime “biz ya da ben” sözcüğüdür. Eğer başkasına karşı sözünde durmadıysa, bu çok da önemli değildir. Kim bilir hangi mazereti vardır, normaldir.
Konu ahlak olduğunda olaya Allah açısından değil, kişisel bakarız. Biri bize yalan söylediyse kötüdür. Bizi kandırdıysa kötüdür. Bize karşı kibirlendiyse kötüdür. Bize karşı dürüst olmadıysa kötüdür. Bize haksızlık yaptıysa kötüdür. Bizimle alay ettiyse kötüdür. Ancak bunlar bir başkasına yapıldıysa çok da önemli değildir, hatta bazen gülüp geçilebilir bile.